Şeniz Aksoy: 1965 yılında Ankara’da doğdu. 1986’da Gazi Eğitim Fakültesi, Resim-İş Eğitimi Bölümü’nü bitirdi. Hacettepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Resim Bölümü’nde 1989 yılında yüksek lisansını tamamladı. 1994 yılında The New School for Sociall Research, Parsons School of Design’da, Güzel Sanatlar Mastırını tamamlayarak, M.F. A. derecesi aldı. 1997’de Hacettepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Resim Bölümü’nde sanatta yeterlik eğitimini tamamladı. 1995 yılında Gazi Eğitim Fakültesi Resim-İş Eğitimi Bölümü’nde öğretim görevlisi olarak göreve başladı. Aynı kurumda 1999 yılında yardımcı doçent, 2000 yılında doçent oldu ve 2006 yılında profesörlük kadrosuna atandı. 2012-2016 yıllarında Gazi Üniversitesi Güzel Sanatlar Enstitüsü Bileşik Sanatlar Ana sanat Dalı başkanlığını yapmıştır. Halen Gazi Eğitim Fakültesi Güzel Sanatlar Eğitimi Bölümü’nde öğretim üyesidir. Yurt içinde 13 kişisel sergi açmış, yurt içi ve yurt dışında çok sayıda karma sergiye katılmıştır. Aralarında 29. DYO Resim Yarışması (1999) ve 61. Devlet Resim Sergisi (2000) Başarı Ödüllerinin de olduğu 6 ödülü bulunmaktadır. Resimleri çeşitli müze ve koleksiyonlarda yer almaktadır. Halen Ankara’daki atölyesinde çalışmalarını sürdürmektedir.
Röportaj: Şule Özbahar
Resimlerim, dev boyutlu bir enstalasyonun kendisidir…
Gazi’de lisans, Hacettepe‘de yüksek lisans ve ardından Parsons School of Design’da güzel sanatlar masterınızı tamamladınız. Türkiye’ de ve Amerika‘da aldığınız sanat eğitimlerinizin bir değerlendirmesini yapar mısınız?
Kendimi bildim bileli, resim hayatımın bir parçası olmuştur. Babamın eski akademinin lise bölümüne bir süre devam etmiş olması nedeniyle zaten evimizde bir sanat kütüphanesi vardı. İlkokula başlamadan önce bana ait bir masa, boyalarım, kâğıtlarım vardı. Abim de resme düşkündü. Oyunlarımızın yanı sıra birlikte resim yapmaktan da çok keyif alırdık. Tüm resimlerimizi annem tarih atarak saklamıştır. Sanata değer veren bir ailem olduğu niçin kendimi çok şanslı hissediyorum. Dolayısıyla beni sanat eğitimi almam için teşvik ettiler. Üniversite sınavında iyi bir puan almama rağmen hiçbir tercih yapmadım. O zamanlar Ankara’da sadece Gazi Eğitim Fakültesi vardı. Sınavlarına girdim ve kazandım. O dönem Gazi’de iyi bir eğitim aldığıma inanıyorum. 1932’de tamamlanan Mimar Kemaleddin Binasında ilk iki yılı okuma şansım oldu. Bina ve bölümün insanı müthiş motive eden bir atmosferi vardı. İlginçtir ki ilkokulu da yine Mimar Kemaleddin tarafından yapılan Mimar Kemal İlkokulunda okumuştum. Öğrencilik dönemimizde okuldaki eğitimin dışında özellikle sanat kurumu ve kültür merkezlerindeki sanatsal aktiviteleri, söyleşi, panel, konferans ve sergi vb. takip ederdik. Bunun yanı sıra Gazi müzik bölümünde sürekli konserlere hafta sonları Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’na mutlaka giderdik. Şunu da belirtmeden geçemeyeceğim; Ankara bir kültür kentiydi. Şimdi çok fazla etkinlik olmasına rağmen, bu ilgiyi yeni nesil gençlikte göremiyorum. Mezuniyetim sonrası Hacettepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Resim Bölümünde yüksek lisansa başladım. Gazi’de ikinci sınıfta iken Hacettepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nin kuruluşu için giden hocalarla da çalışma imkânı buldum. Hacettepe’de yüksek lisans ve sanatta yeterlik danışmanı hocam Prof. Veysel Günay’dı. Hacettepe döneminin, sanatsal kişiliğimi bulmamda büyük katkısı olmuştur. Ayrıca dönemimizde bize tahsis edilen bir atölyemiz vardı. Değişik dönemlerden yüksek lisans ve sanatta yeterlik öğrencilerinin bir arada çalışmalarının da bana büyük katkısı olmuştur. Sanatta yeterliğe başladığım yıl Milli Eğitim Bakanlığının devlet bursunu kazandım. Yeniden master yapmak üzere Amerika’ya gittim. Özellikle New York’ta okumak istedim. Parsons School of Design’a başvurdum ve kabul edildim. Oradaki iki danışman hocam Bruce Gagnier ve Regina Granne başta olmak üzere pek çok hoca ile çalıştım. Parsons, 1880’lerde kurulmuş çok köklü bir sanat okulu. Türkiye’deki sistemden en büyük farkı, misafir hoca sisteminin etkin bir şekilde işleyişidir. Örneğin; bir hafta içinde programımızı yöneten iki hocanın dışında mutlaka en az iki misafir sanatçı hocadan da eleştiri alma şansımız oluyordu. Sadece atölye dersleri için değil, teorik derslerde de yazarlar ve sanat tarihçileri gibi hocalar da davet edilmekteydi. Böylece dünya sanat tarihine geçen önemli isimleri de tanıma fırsatım oldu. Kaldığım üç yıl süre zarfının bir yılda Metropolitan Müzesinden de ders aldım. New York ‘un sunduğu kültür ortamının sanatıma ve sanatsal kişiliğime etkisi önemlidir. Orada büyük bir entelektüel birikim kazandığımı söyleyebilirim. Şehrin zaten kendisi bir okul. Aynı zamanda “ her yer, hiçbir yer” resimlerimin temeli de o zaman atılmıştır. O büyük gökdelenlerin yanında, tehlikeli ortamlarda bulunma durumunda, fiziksel beden olarak varlığımı her an hissettiren bu atmosferin işlerim üzerinde etkisi büyüktür.
Çalışmalarınızdaki kurgu, renk, mekân, derinlik, atmosfer kavramlarından ve biçimsel çözümlerinizden bahseder misiniz?
Çalışmalarımın plastik kurgusunun oluşması uzun bir sürece yayılır. Geçmişten bu güne, ısrarla ve aşama aşama renk ve mekân anlayışımı oluşturdum. Soyutlama ve figürasyona dayalı bu kurgulara ulaşmam, aslında yüksek lisans tezim olan “ resimde iç mekân” konusu ile ilgili çalışmalarımla başladı. İç mekân konusuna farklı bir yaklaşım getirmeyi amaçladım. İnsanı çevreleyen nesneler bütününün bir iç mekân hissini uyandıracağı sonucuna varmıştım. O dönem, çok elemanlı ve çok parçalı bir resimsel kurguya ulaşmıştım. Aynı zamanda mekân soyutlamaları da o dönemde başladı. Daha sonra Amerika’da bir süre tekrar figüre döndüm. Bir yıl kadar figür ve mekân ilişkisi üzerine işler yaptım. Sonrasında nesneler ve mekân ilişkisi ilgimi çekti. O dönemde “mekân haritası” serisi ortaya çıktı. Varoluşçuluk bağlamında mekân kurgularına odaklandım. O dönemdeki mekân anlayışım “iç ve dış” olarak tanımladığım “interior, exterior” bir dizi resimler yaptım. Daha sonra Türkiye’de “resimde atmosfer” konusuna yöneldim. Bu da sanatta yeterlik tezimin konusuydu. Resimsel mekânı tualin dışına yayılan canlı bir organizma olarak düşündüm. Bu dönemde (1997) 75×12 metre uzunluğunda on iki parçadan oluşan bir resim yaptım. Her parça kendi içinde değişken ve kıpırtılı bir mekâna sahipti, ama bu on iki metrelik sistem, kendi içinde de yine aynı sürekliliği barındırıyordu. O dönemki resimlerimi, nesnelerle kurgulanmış bir enstalasyonun illüzyonu olarak tanımlayabilirim. (O dönem tamirat aletleri nesnelerimdi. İnsanla kurdukları ilişkide elin enerjisine ihtiyaç duymaları benim için ilginçti. Tamirat aletlerini kullandığım 80 fotoğraftan oluşan Genç Etkinlik I ‘de sergilediğim bir foto enstalasyon da yapmıştım.) Resmin doğasında olan iki boyutlu yüzey üzerindeki mücadelesi beni cezbeder. Resimlerime başlarken sonucunu bilemediğim bir serüvene başlamış gibi hissederim. Eskiz yapsam da asla, tamimiyle bağlı kalamam çünkü bir süre sonra her resim kendi senaryosunu yazmaya başlar. Başlangıçla, artık tamam dediğim an arasındaki süreçten çok keyif alırım. Altını çizmek isterim ki resme asla bitti demem. Çünkü her zaman başka bir senaryo devreye girebilir. Olasılıklar üzerine çok düşünürüm. Resimlerimdeki boyanın sürülüş biçiminden dolayı, genellikle kısa sürede bittiğini düşünülür. Oysaki bir resim üzerine uzun süreçli çalışırım. Bunun bir nedeni resmimde rengin ve ışığının çok önemli olmasıdır. Bu nedenle her eylemden önce resmime uzun süre bakarım.
Soyutlama ve figürasyona dayalı renkçi bir anlayışa sahipsiniz ve resimlerinizin mekânını “her yer, hiç bir yer” olarak tanımlıyorsunuz?
Evet. Mekân sorunsalı, biraz önce de değindiğim gibi varoluşçu temele dayanır. “her yer, hiçbir yer” hem plastik hem felsefi bir tanımlamadır. Çünkü resmimin mekânı; sanki bir canlı gibi kendi enerjisi olan, kendini yenileyip değiştiren ve aynı zamanda sürekliliği olan bir kurgudur. Sanki hiçbir şey durağan değildir. Burada renk kendine ait bir enerji balonları oluşturur. Burada anlatmak istediğim; kendimden yola çıkarak günümüz insanının mekân algısı ve mekânla kurduğu ilişkidir. “Resimlerim; dev boyutlu bir enstalasyonun kendisidir.”
Son dönem resimlerinize insan figürlerinin girdiği görülüyor?
Geçmişteki çalışmalarımda insanlar, araba ya da uçak gibi taşıtların içinde var oluyorlardı. İnsan figürü teknolojik nesnelerin önüne geçemiyordu. Özellikle “hey bak” serimde hareketli ve devasa sayılacak anıtsal bir nesnenin boyutlarını izleyicinin kavrayabilmesi için insanı normal boyutlarda resmettim. Son dönem resimlerimde “girdap” konusunu ele alıyorum. Aynı zamanda bir çıkmazı anlattığı için, psikolojik atmosfer yaratmak için kullanıyorum.
20 yıldır Gazi Eğitim Fakültesi Güzel Sanatlar Eğitimi Bölümü’nde öğretim görevlisiniz. Sanatçı adayları için düşünce ve önerileriniz nelerdir?
Öğrencilik dönemimde hep bir şeyleri kaçırdığımı düşünürdüm. O hissiyat hala da vardır bende. Kütüphanelerden alınmamış bir kitap bırakmazdım, ya da gitmediğim iyi bir sergi olması mümkün değildi. İstisnalar olmakla birlikte bu tavrı genel anlamda göremiyorum. Eğitim sistemimizden de kaynaklanan sorunlar var. Genel bir karamsarlık ve gelecekle ilgili motivasyonsuzluk var. Öğrencilerin her geçen yıl daha az genel kültüre sahip olduklarını gözlemliyorum. Teknoloji ile birlikte bilgiye kısa yoldan ulaşılması meselesi önemli sanırım. Benim gençlere önerim kendilerini iyi tanımaları ve modalardan uzak durup gerçekten neyi yapmak istiyorlarsa o konuda ısrar etmeleridir. Ve bu süreçte deneysel çalışmalar yapmalarını öneririm. (Yeri gelmişken Gazi Üniversitesi Güzel Sanatlar Enstitüsü’nde sanatta yüksek lisans ve sanatta yeterlik derecelerini veren Bileşik Sanatlar Ana sanat Dalı programımız var. Dört yılı aşkın bir süredir bu programın başkanlığını yapmaktayım. Farklı disiplinlerden gelen öğrenciler birlikte ders aldıklarında müthiş güzel bir etkileşim oluşuyor. Örneğin lisansta seramik okumuş bir öğrenci resim yapıyor, ya da lisansta heykel okumuş bir öğrenci video çekebiliyor.) Deneyselliği önemli buluyorum. Bununla birlikte yaptığı şeye inanmak, ısrarla devam etmek ve disipline olmakta önemli. Gençlerde gözlemlediğim genel bir tavır da, kendine uymayanları küçümseme ya da dikkate almama tavrıdır. Örneğin güncel sanat yaptığını söyleyen bir genç, resim sanatı tarihini tamimiyle es geçebiliyor. Bu yaklaşıma hiç katılmıyorum. Sanat entelektüeli olmalılar. Ben resim yapıyorum, ama resmin dışında sanatsal ifade biçimlerinde geçmişte ve günümüzde neler yapıldığını da bilmek zorunda olduğumu düşünüyorum. Günümüzde ancak kendimi böyle ifade edebileceğimi düşünüyorum.