Nedim Gürsel; …”Benim için önemli olan, kök saldığım alan dildir. Çünkü edebiyat dil içinde yapılan bir etkinlik. Dolayısıyla gönüllü olsun ya da zoraki olsun, dil sürgündeki yazarın tutunabileceği bir daldır. Onun için dil bilinci çok önemli.”…
Gülistan Ertik gulistan@mutlusonmedya.com
EDEBİYAT DÜNYASINA İLK ADIM
Çok genç yaşta öykü yazarı olarak edebiyat dünyasına ilk adımlarımı attım. Öykülerim o zamanın kalburüstü edebiyat dergilerinde yayınlanmaya başladı. Çok gençtim. Galatasaray Lisesi’nde yatılı öğrenciydim. 16-17 yaşındaydım. İlk öyküm 1967 yılında önemli bir dergide yayınlanmıştı. Yeni Ufuklar. Sonra ben ve Fuat’ın yönettiği Yeni Dergi’de öykülerim yayınlanmaya başlandı. “Cicipapa” öyküm epey bir yankı uyandırmıştı ama edebiyat çevresi dar bir çevreydi o zaman. O çevreyle ilişkim oldu. Paris’e gittiğimde de Türkiye’den kopmadım. Zaten kurmaca alanındaki kitaplarımı yani roman ve öykülerimi hep Türkçe yazdım.
SANSÜR VE YASAKLAR
Galatasaray Lisesi’ni bitirdiğimde iyi bir öğrenciydim. Fransız Hükümeti Paris’te öğrenim yapmam için bana burs verdi. O bursu reddettim, çünkü o zaman sol hareketin içindeydim. Çok etkin bir militan değildim, daha çok sempatizandım ama Maoist gruptaydım. O zamanki deyimle devriminin ayrılmaz bir parçası olarak hissediyordum kendimi. 50. yılını kutladığımız 68 Mayıs olaylarının etkisindeydik. Yıl 1970-71. Bir yıl Fransız Filolojisinde devam ettim. 12 Mart muhtırası geldi. O zaman Ataol Behramoğlu ve İsmet Özel’in çıkarttığı Halkın Dostları dergisinde Gorki ve Lenin üzerine yazdığım bir yazıdan ötürü askeri mahkemede yargılandım. Bunun üzerine ya Paris’e gidecektim ya da hapse girecektim. Askeri savcı yedi buçuk yıl istiyordu. Paris’e gitmeyi tercih ettim. Reddettiğim bursu da bir yıl sonra bana verdiler. Fransız Edebiyatı öğrenimi yaptım. Sonra doktoramı yaptım. Fransa’da kalmak gibi bir niyetim yoktu. O arada iki kitabım yayınlandı.
Uzun Sürmüş Bir Yaz ve İlk Kadın. İlkiyle 1976’da Türk Dil Kurumu ödülünü dönemin Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’ün elinden almıştım. Sonra 12 Eylül darbesi oldu. Tam burada üniversitede bir görev almak üzere iken Uzun Sürmüş Bir Yaz yasaklandı. 159. maddeden Askeri Mahkeme’de tekrar yargılanmaya başlandım. Devletin güvenlik kuvvetlerini tahkir ve tezyif. Orduya hakaret. Halbuki bana o ödülü eski bir Oramiral verdi. O ödül verilen kitap yasaklandı. İlk Kadın kitabım ise müstehcenlik gerekçesiyle 426. maddeden yasaklandı. Baktım Türkiye yaşanacak gibi değil, tekrar Paris’e gittim.
PARİS’TE BİR TÜRK YAZARI
Paris sözcüğü ilk kez hayatıma 1958 yılında girdi. 7 yaşındaydım. Balıkesir’de 6 Eylül İlkokulu’nda okumayı yeni sökmüştüm. Babam o yıl Paris’teydi ve bir kartpostal göndermişti ‘Paris’teyim’ diye. Paris nasıl bir yer bilmiyordum. O kartpostalda Sorbonne alanı gözüküyordu ve ilk hecelediğim sözcüklerden biridir Paris. Yıllar sonra oraya yerleştim ve Sorbonne alanı Paris’teki hayatımın vazgeçilmez mekanlarından biri oldu.
Fransa’da otuz kadar kitabım yayınlandı. Dolayısıyla kendimi Paris’te bir Türk yazarı olarak tanımlayabilirim. Fransa ile çok fazla içli dışlı olmuş bir Türk yazarı da diyebiliriz ama sanıyorum Fransız diyemeyiz. Bir dönem Bordeaux belediye başkanlığını da yapmış Montaigne der ki; beni Fransız yapan Paris’tir. Paris beni Fransız yapmadı ama dünyaya açık bir Türk yazarı yaptı. Yazarlarımızın birçoğunda bu özellik biraz az. Yani Asmalı Mescit’teki meyhaneyi dünyanın merkezi zanneden yazarlarımız hala var. Dünyanın merkezi Asmalı Mescit’teki Yakup Meyhanesi değil. Çok sevdiğim ve sık gittiğim bir meyhanedir ama dünyada başka coğrafyalar başka yazarlar var. O anlamda edebiyatın evrenselliği beni ilgilendiriyor. Halbuki uzun süre Türkiye’de hep yerellik ön planda tutuldu. Yerel yazarlar öne çıktı ama şimdi küreselleşen dünyada edebiyatın da aslında evrensel bir etkinlik olduğunu daha iyi görebiliyoruz. İşte bana bu bakış açısını kazandırdı Paris.
TÜRKÇE TUTKUSU
Benim için önemli olan, kök saldığım alan dildir. Çünkü edebiyat dil içinde yapılan bir etkinlik. Dolayısıyla gönüllü olsun ya da zoraki olsun, dil sürgündeki yazarın tutunabileceği bir daldır. Onun için dil bilinci çok önemli. Marakeş’e yerleşen İspanyol yazarı Juan Goytisolo’dan söz ettik. O da Franco döneminde Fransa’da sürgündeydi. Bir denemesinde der ki; “Ben sürgünde olmasaydım, İspanyolcaya bu kadar sahip çıkamazdım ve İspanyolca benim ülkem, vatanım olmazdı.”
Ben de tamamen ben bu görüşü paylaşıyorum ve onu Türkçeye uyguluyorum. Belki ilk kitabıyla Türk Dil Kurumu ödülünü almış genç bir yazarın yüklendiği sorumluluk buna yol açtı. Anadilime bağlı kaldım. Fransızca yazdığım kitaplar da oldu ama yaratıcı edebiyat söz konusu olduğunda kitapların tümünü Türkçe yazdım. Sonradan Fransızcaya çevrildiler. Fransızca çevirilerini gözden geçirdim. Çevirmenlerin talebi olduğu sürece onlara yardım ettim.
BABAM ORHAN GÜRSEL
Babam Fransızca öğretmeniydi. Orhan Gürsel. Fransız yazarlarından çeviriler yapıyordu. Henri Troyat’ın bir iki kitabını çevirmişti ama 38 yaşında bir trafik kazasında öldü. Babamı kaybettiğimde 10 yaşındaydım. Onu hep Remington daktilosunun başında tuşlara basarken hatırlıyorum. Çeviri yapıyordu yani. Annem matematik öğretmeniydi. Fransızca öğrendi ve babamın yarım kalmış uğraşını sürdürmek istedi. Marguerite Duras’yı, Andre Gide’i, Asturias’ı çevirdi. O zaman doğrudan İspanyolcadan Türkçeye çeviri yapan kimse yoktu. Fransızcalarından çevirdi annem. Zaten benim yazarlığımda bu baba imgesinin önemli bir rolü var çünkü baba tarafından sevilmek amacıyla belki ilk şiirlerimi 9 yaşındayken yazdım. Evde bunları yüksek sesle okurdum. Sağ Salim Kavuşsak diye bir otobiyografi kitabım var, orada çocukluk dönemimi detaylı olarak anlatmıştım. Kısacası Fransa’yla ilk bağımı aslında babama borçlu sayılırım.
GEÇİM DERDİ
Her zaman yoğun oldu çalışmalarım çünkü akademik çalışmalar da yapmam gerekti. Teliflerimle yaşayabileceğimi bilseydim belki doktora yapmazdım ama o zamanlar iki üç kitap telifi ile geçinmem mümkün değildi. Şimdi geçinebiliyorum çünkü kitaplarım yabancı dillere çevriliyor. Türkiye’de belirli bir okur kitlesi oluştu. O bakımdan kendimi hep yazar olarak tanımladım. Yani üniversite hocasıyım ama öyle profesör/doktor lakaplarını hiç kullanmadım. Ben Nedim Gürsel olarak kaldım.
YOLCULUK YAZILARI
Yolculuk benim için bir varoluş biçimi ve hayatımın ayrılmaz bir parçası. Doğan Kitap, sanat hayatımın 50. yılı vesilesiyle bana bir sürpriz yaptı. Vedat Günyol’un yönettiği Yeni Ufuklar Dergisi’nde yayınlanan ilk yazımı bulmuş. 16 yaşındayken yazmışım, adı: “Yolculuk.” Ve ilk cümlesi şöyle başlıyor: “Kente kara bir tren getirdi beni ve geceydi’’. Dolayısıyla tuhaf bir rastlantı oldu bu yolculuk hikayesi. O zamandan bu zamana demek ki esin kaynaklarımdan biri olmuş yolculuk.
Beni yolculuk yazıları yazmaya özendiren Atlas dergisi oldu. O zamanki genel yayın yönetmeni Mehmet Yaşin, “Bizim çok iyi fotoğrafçılarımız var, kaliteli bir dergi çıkartıyoruz ve yazarlarla işbirliği yapmak istiyoruz. Senin de dergiye bir katkın olabilir mi?’’ diye sordu. Bu teklifi alınca çok mutlu oldum. Dergi, beni yılda 4-5 kez bir fotoğrafçı eşliğinde, görmek istediğim ve kendi imkanlarımla gidemeyeceğim ülkelere gönderme imkanı sundu. Arjantin’e gittim mesela tango üzerine yazılar yazdım, Rusya’ya gittim St.Petersburg’da Puşkin’in ve Dostoyevski’nin izlerini sürdüm. İzler ve Gölgeler kitabımda Prag’ı anlattım. Resimli Dünya kitabım, İstanbul – Venedik ekseninde geçer. Şeytan Melek ve Komünist kitabımda ise Berlin’in çok özel bir yeri vardır. Kısacası gezi; edebiyatın bir parçası. Yolculuklar, kimi zaman romanlarıma da geniş ölçüde yansıdı. Okurlar kitaplarımda hem benim izlenimlerimin yer aldığı bir coğrafyada dolaşsın hem de o coğrafyadan etkilenmiş bir yazarın dünyasında dolaşsın istedim.
TEKİNSİZ SEYAHATLER
Artık pek dolaşamıyorum ama büyük kentlerde dolaşmak, biraz tehlikeli yerlere gitmek mesela beni hep etkilemiştir. New York’a ilk gittiğim yıllarda, Harlem’de öyle geceleyin yalnız dolaşamazdınız. Şimdi daha güvenlidir belki ama o zamanlar pek tekin değildi. O dolaşmalarımdan edindiğim izlenimi Tehlikeli Sevişmeler kitabımdaki “Maç Bitti” adlı öykümde yazdım. Bir kere sevgilimle birlikte Harlem’de değil ama New York’un böyle ücra otellerinden birinde kalıyorduk. Bir akşam geç vakit otele döndük. Uyuyacağız ya da belki sevişeceğiz. Yataktayız. Birden bire sert bir şey hissettim sırtımda. Neredeyse böyle kıçıma dokunan bir sertlik. Bir baktım döşeğin altında bir tabanca. Biri oraya saklamış ya da unutmuş. Dehşete kapıldım tabi. Ben ömrümde tabanca tutmadım. Dört ay kısa dönem askerliğimde sadece bir kez tüfekle ateş ettim. Yoksa terhis etmeyeceklerdi. Bir kurşun sıktım yani o da askerde. Ne yaparsın şimdi? Peki ya sahibi gelirse? Ya polis baskın yaparsa? Yani bir sorun tabii. Gözüme uyku girmedi. Sabaha karşı gibiydi, tabancayı aldım. “Ne yapayım?” dedim, “Resepsiyona vereyim.” İndim aşağıya. Resepsiyondaki adam uyuyordu. Ayaklarımın ucuna basa basa geldim. Resepsiyonun tezgahına tabancayı koydum ve tekrar odama çıktım. Oh rahatlamıştım. Sonra öğlene kadar uyudum. Daha sonrasında ne oldu bilmiyorum. Ertesi gün biz otelden ayrıldık. Kimse de ne oldu diye sormadı. Belki de güvenlik önlemi olarak her odaya koyuyorlardır (gülüşmeler) İyi fikir ama o kadar da değil.
Yani geceleyin büyük kentlerde dolaşmalar, biraz kenar mahallelere gitmeler, tehlikenin olduğu yerleri merak bunlar bende hep vardı. Giderek azaldı. Şimdi cesaretim de azaldı. O zaman gençken daha cesurmuşum. Şimdi düşünüyorum da çok riskler aldım. Bir iki kere saldırıya da uğradım tabi.
EŞSİZ MISIR
Eşsiz bir coğrafya. Dünyanın en eski uygarlığı o coğrafyada boy atmış. Çeşitli kereler gittim, daha çok İskenderiye’yi iyi bildiğimi söyleyebilirim ama İskenderiye’de izini sürdüğüm yazarların hikayelerini, Yunanlı şair Kavafis ve Lawrence Durrell’i Acı Hayatlar kitabımda anlatmıştım, dolayısıyla bu kitabımda İskenderiye ile ilgili çok kısa bir bölüm var, yeniden İskenderiye’ye dönüşümü anlatan… Ama Kahire büyük ölçüde var ve Nobel ödüllü yazar Necip Mahfuz’un gittiği kahvelerle onun Kahire’sini de koydum anlatıya ama büyük ölçüde piramitlerin gölgesindeki eski Mısır uygarlığını ve o coğrafyayı anlatan bir kitap. Kahirenin yakınındaki Gize piramitlerini gördüm. Güneye Karnak Tapınağı’na da gittim, Kahirenin 600 km güneyinde bulunan Krallar Vadisi’ni gördüm. Bugün Luksor diye bilinen küçük bir kasabada yer alıyor. O coğrafyada sadece Nil kıyısında biraz yeşeren topraklar var onun dışında her yer çöl. Yeşilden hemen sarıya ve koyu sarıya geçebiliyorsunuz. Benim izlenimlerimde pastel renkler çok önemli…
MISIR MİTOLOJİSİ
Eski Mısır uygarlığını hep çok merak etmişimdir, özellikle Mısır mitolojisine çok şey borçluyuz. Tek tanrı inancı ilk kez Mısır’da ortaya çıkıyor. Firavun tanrı Akhenaton çok tanrılı inancını sürdürüyor fakat onun ölümünden sonra eski inanca dönülüyor. Akhenaton çok ilginç bir firavun çünkü hem dişi hem eril özelliklere sahip. Heykellerinde, kabartmalarında görebilirsiniz. Onun hikayesini anlattım kitapta.
Mısır mitolojisinde beni en fazla etkileyen şey Osiris efsanesi oldu. Mısır tanrılarının ölüme ve öteki dünyaya hükmü geçen Tanrısı. Osiris hikayesini kitabımdaki “Osiris Efsanesi ya da Bir Balığa Yem Olan Erkeklik Uzvu” başlıklı bölümde anlattım. Osiris’in kız kardeşi aynı zamanda eşi de. Bu ensest ilişkiler eski Mısır’da olabilen şeyler. Firavunlar kızlarıyla ya da kız kardeşleriyle evlenebiliyorlar. Mesela Ramses’in o şekilde evlilikleri var. Ensest olağan bir şey. Dolayısıyla tanrıların da ensest ilişkileri olduğunu düşünüyorlar. Osiris’in kız kardeşi ve aynı zamanda da eşi olan İsis onu koruyan kadın. Rakibi Seth onu bir sandığın içine hapsediyor ve vücudunu 14 parçaya ayırıp Nil Nehri’ne atıyor. Kızkardeşi Isis kocasının ve abisinin parçalarını bir araya getiriyor. Ona tekrar hayat kazandırıyor fakat bir balık erkeklik uzvunu yemiş oluyor. Erkeklik uzvu yok, ama yine de Isis onun üzerine çıkıyor ve çocukları oluyor. Bu sahneleri anlatan figürler ve kabartma resimler var. Onları Abydos tapınağında gördüm. Kahire’nin 600 km güneyinde Karnak’a çok uzun uzak olmayan bir yerdir. Osiris’in hikayesi kısaca böyle ama beni etkileyen ona sahip çıkan onu koruyan koruyucu kadın imgesi. Şöyle bir cümle var bu kitapta: “İsis gibi bir eşim olmasını isterdim doğrusu ya da bir kız kardeşim, kol kanat gersin üzerime. Boynuma muska asıp her türlü kötülükten korusun beni. Dünyanın çeşitli kentlerinde, otel odalarıyla limanlarda, istasyonlarla havaalanlarında bıraktığım parçalarımı toplasın. Ölülere hükmetmeden önce bu ülkeye hükmeden Osiris’e dediği gibi bana da desin ki; Korkma! benim, sevgili eşinim. Acıyla yoğrulmuş gövdenden bir kez daha yaratacağım seni. Parçalarını toplayıp üzerine oturacağım. Sana nurtopu gibi bir oğlan doğuracağım.”
Hiyeroglifler ve eski Mısır sanatı çok önemli… Biraz donuk klişe bir sanat olsa bile o kral mezarlarını gezerken duvardaki resimler ve o resimlerin anlattığı dünya beni çok derinden etkiledi. Ölüm saplantısı üzerine kurulmuş bir uygarlık diyebilirim. Bu öteki dünya inancı da Mısır’dan geliyor o yüzden ölülerini mumyalıyorlar. Kısacası hem bugünkü Mısır’ı ve Kahire’yi hem de eski Mısır’ı ve eski Mısır uygarlığının mirasını yazınsal olarak, daha çok da plastik sanatlardaki mirasıyla anlatmış oldum. Böyle bir kitap Piramitlerin Gölgesinde…
TANGO’NUN DOĞUŞU
İzler ve Gölgeler kitabımda Tangoyu ve Tangonun doğuşunu anlattım. Borges’in gittiği Tortoni Kafesi diye bir yer var. Orada hala Tango yapılıyor ama şehir beni çok etkilemedi açıkçası. Brezilya başka tabii. Rio çok etkileyici bir coğrafya. Orada da karnavalı izledim ama güney Amerika’yı yeterince tanıdığımı söyleyemem. Tekrar gitmek isterim. Peru’ya etmek istiyorum. Ayrıca Meksika’ya da. Meksika çok eski bir uygarlığın coğrafyası. Aztek uygarlığının kalbi. Onların efsanelerinden etkilenen yazarları bir dönem çok okudum. Meksika’nın değil ama Guatemala’nın efsanelerini. Nobel ödülü alan Miguel Angel Asturias örneğin. Annem yıllar önce onun romanlarını Türkçe’ye çevirmişti. Kendisiyle de 16 yaşında iken Paris’te tanışmıştım. Bana iki kitabını imzaladı. Guatemala büyükelçisiydi, annem de Paris’teydi o yaz ve Asturias’ın Kasırga romanını çeviriyordu. Ekvatoryal bitkileri anlattığı için takıldığı bir sürü kelimeler olmuştu ve onları sormak için randevu almıştı. Randevuya beni de götürdüğü için çok mutlu olmuştum. Çok sonralar Asturias’ın dünyasını görmek için Guatemala’ya gitmek istedim ama fırsat bulamadım. Bir de Marquez’in Kolombiya’sını da görmek isterim. Yapılacak çok şey var.