M. Zahit Büyükişliyen, 1946 yılında Adana’da doğdu. 1967’de Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü Resim Bölümü’nü bitirdi. 1971 yılında M.E.B’nın açtığı yarışma sınavını kazanarak, Plastik Sanatlarda Uzmanlık Eğitimi görmek üzere Batı Almanya’ya gönderildi. Goethe Institut’de Almanca dil eğitimi gördü. 1976’da Kassel Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’ni bitirdi. 1983 yılında İstanbul Mimar Sinan Ünivesitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde doktora yaptı. 1983’de Hacettepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde açılan sınavı kazanarak doçent oldu. 1991’de Hacettepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Resim Bölümü’nde profesörlüğe atandı. 1997’de Yeditepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde öğretim üyeliğine atandı. Uzun yıllar Plastik Sanatlar Bölüm Başkanı olarak görev yaptı. Sanatçı bugüne kadar 100’ün üzerinde kişisel sergi açmış ve bir çok karma sergide eserleri yer almıştır.
Röportaj: Şule Özbahar / sule@suleozbahar.com
Sanat ve sanatçı kavramlarını temel anlamda nasıl tanımlarsınız?
Sanat bir yaşam biçimidir; sanatçı da bu yaşamda bir oyuncu… Bilim adamları maddeyi parçalayıp atomun enerjisini elde etmeden önce sanatçılar objeyi parçalamış ve yeni bir plastik düzen kurarak sezginin bilimden önce geldiğini göstermişlerdir. Sanat; durağan olmadığı gibi çok daha derin bir biliş durumu içerir. Sadece bir iletişim ve anlatım biçimi de değildir. Arama isteği ve sanatın değişimi alternatifler ve çözümler getirme zorunluğu doğurmaktadır. Evrenin zaman içerisinde değişime uğraması gibi insan da buna paralel olarak değişime uğrar. Gelişim ve ardından yadsınamaz olan değişim ve yeni oluşumlar bizim isteğimiz dahilinde değildir ve doğal olarak zaman içerisinde devam edecek bir süreçtir.
Kavramsal soyut çalışmalarınızı, retrospektif serginizi de içine alarak değerlendirdiğinizde işlerinizin gelişimi ve değişimi ile ilgili düşünceleriniz?
Benim tüm resimlerime retrospektif sergimle bakabilme şansım oldu. Bu büyük bir keyifti. Şunu fark ettim, izleyiciler de söyledi, tüm resimlerimde bir değişim var. Eğilimlerimin de değiştiğini kabul ediyorum. Tabii ki, başlangıçtaki resimlerimle son yaptıklarım arasında bir kan bağı hep olmuş. Bakan kişi hemen bana ait mantaliteyi fark edebiliyor. 1988-1989 yıllarında resimlerime fotoğraf, serigrafi ve kolajın girmesiyle, çalışmalarımda yeni bir dönemin başladı. Karışık teknik çalışmalarımda, tekrarlanan geometrik formların devinimleri, hem grafiksel, hem de algılama sürecinde çarpıcı bir etki yaratmaya başlamıştı. Çokca kullandığım parlak ve kroması yüksek renklerin, yatay ve dikey çizgilerin yarattığı karşıtlıkların verdiği yüksek vurgular, enteresan bir şekilde ürkütücülük yaratıyordu. Geçmişe baktığımda feci bir kaza olan Çernobil ve radyasyon bulutları o zaman beni çok etkilemişti. İlk radyasyon faciası olan Hiroşima’ya uzanan göndermeler uzun zaman resimlerimin kavramı olarak süregeldi. Belleğimde kalan ozon tabakasının delinmesi, barbarlık ve tüketilmişlikle yenilmiş doğa, insanların onu acımasızca katletmesi, resmimin çıkış noktası olarak beni kavramsal soyuta yönlendirdi. Resimlerimdeki doğa, hiçbir zaman sabit bir mekan değildir ve çoklu planlar sayesinde yüzeyden kurtulur, sanat izleyicisine ulaşır. Kentsel bölünümler ya da çatılar üzerine simgesel bir karanlığın ya da nükleer bir patlamanın kirlettiği kocaman bir gökyüzü imajına dönüşür. Son yıllarda kavramsal amaca bağlı kalarak, resmime yeni nesne görüntüleri ekledim. Taş imgesi, doğadan soyutlanmış tekil görüntüsü ile belirgin ve seçilebilir her nesnenin aynı zamanda üç boyutlu ve heykelsi somut form olması soyut düzenlemenin atmosferini kuvvetlendirmektedir. Aspat resimlerimde ise; yeni çevrede yeni heyecanlar buldum. Bütün tuvallerimde olan ufuk çizgisi, biçimsel ve içeriksel ikilemi ile üst tarafta sonsuzluk ve berraklık, alt tarafta ise varlık ve yokluğun grift dokusunu kullandım.
Resimde “soyut (abstrakt)” kavramını merkez alacak olursak doğuşu ve sorunları üzerine neler söyleyebilirsiniz?
Soyutlama, yüzyıllardır doğanın egemenliğine giren insanın doğaya karşı egemen olacak şekilde esaretten kurtarıyor. Geçtiğimiz yüzyılın ilk yıllarına kadar sanata egemen olan doğa, kişinin sanat anlayışıyla yeni biçimlere girmektedir. Soyut sanatın doğuşunu incelediğimizde birbirinden farklı görüşlerle karşılaşabiliriz. Cezanne’nin “doğayı silindir, küp ve konilere göre al” sözü bunlara bir örnek olarak verilebilir. Bir diğeri de Kandinsky’nin “Artık kesin olarak şunu biliyorum; obje resimlerime zararlı olmaktadır” sözüdür. Özellikle objenin resme zararlı olması soyut resim için altın bir kural içermektedir. Bu, hem günümüz hem de geleceğin sanatı için geçerlidir. İnsan çevresinden vazgeçmediği gibi objeden nasıl kurtulacağını da bilemiyor. Günümüz ve geleceğin resminin en önemli sorunu budur. Özellikle daha da gerilere giderek 19. yüzyıl sosyal, politik ve kültürel ayrıca endüstriyel yönlerini incelediğimizde bu sanat anlayışının dünyanın sosyal dengesizlikleri karşısında bu dengesizliklere kayıtsız kalamayan sanatçının doğadan kendi iç hesaplaşmalarına odaklanması ve büyük kuvvetler karşısında hiçliğini anlamasıdır. Soyut sanatın ortaya çıktığı yüzyılın başlangıcındaki sanat metropollerini dikkatle incelersek, birbirinden habersiz olarak sanatçıların soyut çalışmalar yaptıklarını anlarız. Bir konuya dikkat çekmek isterim ki, o günlerde günümüzdeki medya iletişim araçları da yoktu. Demek ki soyutlama bir zorunluluktu ve soyutlamaya sanatçıları yönlendiren gizil bir güç vardı. Yani soyut sanat, sanat eserini oluşturan ögeleri doğasal özelliklerinden kurtarıp, salt özgürlük alanında kendi koşulları içinde sağlanması durumudur.
İçinde bulunduğunuz İstanbul sanat piyasası ile ilgi düşünceleriniz ve İstanbul’a gidişinizin size kazandırdıkları?
İstanbul’un sanat piyasasının, başka kentlerden farklı olduğunu düşünmüyorum. Sorunlar hep aynı… Müzayedelerin dejenere olduğunu, sanatçıyı sömürdüğünü düşünüyorum. Bir sanat mafyası oluştuğu kanısındayım. İstanbul’un bana kattıklarını söyle ifade edebilirim. Yeditepe Üniversitesi’ndeki görevime başlamam ile açılan yeni dönemde ilk üç yıl Büyükada’da oturdum. Yeni çevre, yeni dostluklar ve yeni ilişkiler kuşkusuz resmimi olumlu yönde etkiledi. İstanbul’da geçirdiğim ilk yıllarda (yanılmıyorsam 1999’da) bir dizi çalışmalarımda soyut bir mekanda toprak ve gökyüzü arasında kurduğum bağlantıyı bağ bantlarla sağlamıştım. Tüm bunlar, İstanbul’un resmime olumlu yönde olan etkileridir. Derinlik imajı, dikey kuşakların yanısıra spontan fırça hareketleri ile de kontrastlar yaratılmıştır. 2000’li yılların başında yine doğa bazlı görsel elemanlara yeni uygulama biçimleri de dahil oldu. Transfer ve teknolojinin yeni olanakları dahilinde çeşitli dijital teknikleri de kullanarak resimlerimi yeni bir boyut da kazandırmış oldum. Kullandığım fotoğraf kareleri ile de soyutla bir bakıma yeni bir çelişki yaratırken, sanat izleyicisinin de düşünme mekanizmasının zorlanmasına katkı sağladığı söylenebilir. Bütün sorun; resimlerimde görülen izlenimlerin analitik bir temel üzerinde oluşan süreçsel değişimler ile ilgili olma durumudur. İşte bu değişim en başta amaçlanan kavramsallığı da gündemde tutma halidir.
Ülkemizde soyut sanat ve tarihsel gelişimi üzerine yorumlarınız?
Cumhuriyetimizin ilanından sonra çağın sorunlarını ülkemizin sorunları olarak benimseyen bir ortam oluşmaya başlamıştır. Bu fikrin oluşumuna baktığımızda görmekteyiz ki ülkemizi çağdaş uygarlık düzeyine çıkarmak için söylenip kabul edilen bir slogan etkilidir. Cumhuriyetin ilk yılları ile birlikte batıya yeniden sanatçılar gönderilmişti. Sanatçılar yurda, yıllardır yinelenen ekspresyonizmin dışına çıkan sanat anlayışı ile geri döndüler. Bu sanatçıların sanatın sorunları ile ilgili yeni bir atmosfer kurdukları bilinir. Bunun sonucu olarak ülkemizde resim sanatı yeni filizlerle yeşeriyordu.
Sonrasında geçen on beş yılın ardından soyut sanata daha büyük bir hızla yönelmişlerdir. Yüzyılın ortasına gelindiğinde ise ülkemizde soyut sanat, resimde ve heykelde geometrik ve lirik soyutlama başlıkları altında toplanabilse de soyut sanatın etkileri figüratif sanat kadar yaygın olamamıştır.
Sayıları sürekli artan genç sanatçı adayları için tavsiyeleriniz?
Genç sanatçı adaylarının özgünlüğü bırakmamalarını öğütlüyorum. Hiçbir ustanın peşinden koşmasınlar, kimseye işlerini beğendirmek zorunda hissetmesinler, tribünlere oynamasınlar. Kendilerinin bile beğenmediği kendi biçimlerinden asla vazgeçmesinler. Sanatçı, günümüzde doğayı tuvale aktarmak veya toplumu yaptığına inandırmak zorunda değildir. Yapıtlarını kendine göre kurmalı ve tavrını ortaya koymalıdır.