McKennitt’in Türkiye programı:
29 Haziran İzmir – İzmir Kültürpark Açıkhava Tiyatrosu
30 Haziran Ankara – Congresium Ankara
1 Temmuz İstanbul – Volkswagen Arena
Kelt müziğinin efsane şarkıcılarından Loreena McKennitt, uzun bir aranın ardından “Lost Souls” albümünün dünya turnesi kapsamında Türkiye’ye geliyor. İzmir, Ankara ve İstanbul’da konserler verecek sanatçı, 30 Haziran’da Congresium’da Ankaralı hayranlarıyla buluşacak.
30 yılı aşan kariyerinde “Eklektik Kelt” müziğiyle dünya çapında 15 milyona yakın albüm satan ve şarkılarını “müzikli seyahat yazısı” olarak tarif eden McKennitt, büyüleyici kariyeri boyunca aralarında Kanada’nın en önemli müzik ödülü Juno’nun ve Billboard Uluslararası Başarı Ödülü’nün de yer aldığı sayısız ödüle layık görüldü, Grammy ödüllerine ise iki kez aday gösterildi.
Mistik şarkılarıyla dünya çapında geniş bir kitleye seslenen sanatçıyla Türkiye’de vereceği konserler öncesinde söyleştik.
Websitenizde “Küçükken veteriner olmak istiyordum. Ama en iyi planlarda bile bir sapma olur. Ben değil, müzik beni seçti.” yazmışsınız. Bu nasıl oldu?
Loreena McKennitt: Müzikle iç içe bir ailede büyümedim. Yani müziği seviyorlardı elbette ama öyle kilise korolarında yer alan, kamp ateşi etrafında çalan, söyleyen bir ailem yoktu. Ama içinde büyüdüğüm ortam çok müzikaldi, okullarda, çeşitli etkinliklerde müzik hep hayatımdaydı. Küçük yaşlardan itibaren piyano dersleri aldım. Her şey biraz kendiliğinden oldu. Kelt müziğiyle ise 1970’lerin sonunda tanıştım. Winnipeg’deki bir folk müzik grubundaydım.
İlk konserinizi anımsıyor musunuz? Nasıl hissetmiştiniz?
İlk performansımı çok net hatırlamıyorum. Sanırım 5 yaşında falan olmalıyım. Piyano çalmaya başlamıştım ve resitallerim oluyordu. Ama performans işin sadece küçük bir kısmı. Başka müzisyenlerle, insanlarla çalıp söyleyince ve bunu bir ekip işine dönüştürünce ve elbette seyirciyi de bunun bir parçası haline getirince çok keyif alıyorum. Sahnede nasıl hissettiğime gelince… Her zaman biraz utangaçlığım oluyor, kalabalık önünde, çok büyük kitlelere şarkı söylemek hala biraz tuhaf hissettiriyor.
Peki, sahne stresiyle nasıl baş ediyorsunuz?
Biraz çekingen olduğum ve kalabalık önünde olmayı yadırgadığım için bu duygumu bastırsın diye arkadaşlarımla oturuyormuşum ve bir müzik ziyafetini paylaşıyormuşum gibi düşünüyorum. Ziyafetteki birkaç lezzeti seveceklerini umarak…
Kelt müziğini dünyaya duyurdunuz. 4 kıtada 15 ülkede platin ve multi-platin satış rakamlarına ulaştınız ve eleştirmenlerden de övgü dolu sözler aldınız. Bu başarınızı neye borçlusunuz?
Bunu açıklamak benim için çok kolay değil çünkü birçok bileşeni var. Kelt müziğinin insanları etkisi altına alan bir yanı var. Beni de ilk anda cezbetmişti. İkinci olarak düzenlemeleri çok geleneksel bir yaklaşımla yapmıyorum. Klasik enstrümanların yanı sıra elektro-gitar, vurmalılar gibi modern enstrümanlar da kullanıyorum. Seyahatlerim sırasında aldığım etnik enstrümanları da kullanıyorum. Üçüncü olarak da sesimde duygusal bir şeffaflık olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden dinleyiciler samimi ve dokunaklı buluyorlar sanırım.
Müzik dışında nelerle ilgileniyorsunuz?
Bahçemle uğraşmayı seviyorum. Bisiklete binmeyi, kitap okumayı, arkadaşlarımla zaman geçirmeyi, yürüyüş ve kamp yapmayı seviyorum.
Sosyal meseleler, çevre, hayvanlar sizin için öncelikli konular arasında. Bu konularla ilgili çalışmalarınızdan ve girişimlerinizden de bahseder misiniz?
Yaşadığım yerin yakınında Stratford, Ontario’da bir aile merkezim var, işletmesini de ben sürdürüyorum. Modern hayatta çocukların ve ailelerin yeterince anlaşıldığını ve desteklendiğini düşünmüyorum. Onun dışında iklim değişikliğine karşı bulduğum her yere ağaç dikmeye, kendi hayatımı bu doğrultuda düzenlemeye ve geliştirmeye çalışıyorum, elbette çevremi de bunun bir parçası haline getirmeye çabalıyorum.
“Lost Souls” albümünüzün dünya turnesi kapsamında Türkiye’ye geliyorsunuz. İzmir, Ankara ve İstanbul’da konserler vereceksiniz. Albümden biraz bahseder misiniz? Adının hikâyesini de merak ediyoruz…
Loreena McKennitt: Aslında bunun hikâyesi epey eskiye dayanıyor. “Ages Past, Ages Hence”, “Hundred Wishes”, “Spanish Guitars”, “The Ballad of the Fox Hunter” gibi şarkılarımı yazdığımda “Hmm, bunlar biraz kayıp ruhlar gibi oldu.” dediğimi anımsıyorum. “Lost Souls” isimli şarkımı ise antropolog Ronald Wright’ın “A Short History of Progress” (İlerlemenin Kısa Tarihi) isimli kitabından esinlendim. Uzun zaman önce kaleme alınmış o kitapta Wright şundan söz ediyordu. Sanayi Devrimi’nden önce insanlar etik ve ahlaki değerleri teknolojik ilerlemeden daha çok önemserken, Sanayi Devrimi’nden sonra teknoloji, etik ve ahlaki değerlerin önüne geçti. Bunlar benim de fazlasıyla kafa yorduğum konular. Bu albümü farklı kılan özelliklerden bir diğeri ise şu; şarkıları seslendirmemin yanı sıra bu albümümde piyano, klavye, akordeon ve arp da çaldım.
Son olarak, daha önceki Türkiye ziyaretlerinize dair izlenimlerinizi paylaşır mısınız?
Türkiye ve ülkenin güzel insanlarıyla ilgili söylenecek çok şey var. Türkiye’ye zaman zaman seyahatlerim oluyor. Misafirperver karşılamalarınız, içtenliğiniz, alçakgönüllülüğünüz beni çok mutlu ediyor. Tarih ve kültür zenginliğinizden söz etmiyorum bile… Büyüleniyorum. Coğrafya olarak muazzam bir çeşitliliğe sahip, ülkenin her bölgesi başka güzel… Türkiye’ye en güzel ziyaretlerimden birini 2003 yılında yapmıştım. Ankara, Safranbolu, Konya ve Kapadokya’yı kapsayan bir turdu. Tarihi farklı açılardan, farklı mekânlarda, farklı bakış açılarıyla öğrenme ve anlama şansım oldu. Benim için çok besleyici bir deneyimdi, kendimi çok daha olgun bir dünya vatandaşı gibi hissettim.