Kimine göre ”Bunalım edebiyatı’’nın bir temsilcisi. Bir sürgün. 1950 kuşağının en özgün, Zaman ve mekanı en iyi işleyen usta yazar. Hayatını çok uzak iklimlerde kurmuş, ülkesinin özlemini çeken bir yazar. Edebiyatımızın kendine özgü bir ismi: Öykücü. Demir Özlü ile söyleştik.
“Votka bütün yalnızlıkları hafifletir, düş kırıklıklarının arasını düşle doldurur.” diyorsunuz bir küçük burjuvanın gençlik yılları adlı kitabınızda. Genelde öykülerinizde yalnızlık ve hüzün hakim. Edebiyat araştırmacıları tarafından “Bunalım Edebiyatı”nın öncüsü olarak adlandırılıyorsunuz. Siz yazdıklarınızı böyle mi görüyorsunuz?
Benim favori içkim votkadır. 70’li yıllarda Galata’da otururken, yaz aylarında yalnız kalınca akşamüzerlerinin hüznünü votka ile atlatırdım. Şimdi de bir votka ülkesinde oturuyorum. Komşumuz Finlandiya ile Rusya’da insanlar su gibi votka içer. Polonya’da öyledir. Sait Faik bir şiirinde “Namussuz akşam üstleri geliyor” demiyor mu?
Istanbul’dan dört yaşında ayrıldım. Onbeş yaşına kadar Batı Anadolu kasabalarında ailemle birlikte dolaştım. Halk gerçekten hüzünlüydü. Yurdumuzda küçük kentler hüzünlü, dahası melankoliktir. İnsanlara yansıttığı hayat da öyle. Gogol da “Ah bu Rusya ne kadar da can sıkıcıdır.” diye yazmamış mıydı?
İk kitabım “Bunaltı” (1958) adını taşıyor. Gençlik bunaltılarını yansıtmaktan çekinmedim. Bu davranışım edebiyat dünyasında çok yankı buldu. Edebiyatımızdaki yerleşik kuralların, bir bakıma tersi olan bu tavır tartışmalara yol açtı. Eleştirilere yanıt olan uzun bir yazıma, Yeni Ufuklar dergisini yöneten çok değerli eleştirmen Vedat Günyol “Bunalım Edebiyatını Savunur” başlığını koydu. O zamandan beri bu isimlendirme yaşıyor. Benim hiçbir itirazım yok. Ülkede de yıllar bunalımdan bunalıma atlayarak geçti. Bir yazar kuşağı toplumunu, onun tarihsel yerini gözlemlemekte haklı çıktı.
Türkiye’de sürgünün acımasızlığını ve üzüntüsünü “İthaka’ya Yolculuk” isimli kitabınızdaki öykülerde buluyoruz. Örneğin “Stockholm Öyküleri”nde “özlem”i dile getiriyorsunuz. Bu kitabınızdan bahsedebilir miyiz?
Sürgünlüğün elbette kendine göre bir acısı vardır. Ama insanın hatırlama yetisini de güçlendirdiği söylenebilir. Zaman zaman zihni alt-üst etse de. Ama melodrama varmamalı.
“İthaka’ya Yolculuk” mitolojik sürgün Odysseus – biliyorsunuz Troya savaşında tahtadan atı o kente sokturarak hile yapmış, bu yüzden de denizler ve rüzgarlar tanrısı Poseidon tarafından ülkesine on yılda dönebilmekle cezalandırılmıştı- ile yakın tarihin sürgünü büyük şair Kavafis’in (Istanbul’da Fener semtinde de yaşamıştır) Kent şiiri üzerine kurulmuştur; ama benim yaşadıklarımı anlatır. Onda fransız Yeni Roman’ın tekniklerini genişletilerek, yani gündelik hayata, insanlara daha çok yaklaştırarak kullandım. Bu kitap bizim okuyucuya ağır gelmiştir. Ard arda iki baskı yaptı. Şimdiyse tükendi. Bazı tanıdıklarım bitiremediklerini söylediler. Kimi okuyucu da çok sevdiğini, hatta okuduktan sonra Adriatik’deki İthaka adasına da gittiklerini de anlattılar bana. Stockholm Öyküleri ise sembol ve humour’la doludur. Onu İsveçliler çok sevdiler. Bir çoğunu çevirip radyolarında dramatize ettiler.
Zaman- mekân ilişkisini en iyi işleyen yazarlardan biri olarak adlandırılıyorsunuz. ”Bir Beyoğlu Düşü” ve ”Bunaltı” isimli kitaplarınızı okuduğumuzda kendimizi Beyoğlu sokaklarında bulabiliyoruz…
Beyoğlu benim vatanımdır. Ondokuz yaşla yirmi dokuz yaş arasında oradan pek uzaklaşmadım. Ressam Ömer Uluç’la her deliğine girmişizdir, otuz yaşından sonra da beş yıl Galata’da Çinili Han’da oturdum. Bu daire 200 metrekareden daha büyüktü. Beyoğlu,Paris’deki Champs Elysees den de..New York’daki Broadway Avenue’den de, Londra’daki Picadilly Circus’dan da, Berlin’deki Kürfürsten damm’da, birçok bakımdan daha renkli bir yerdi. Şimdi kalabalıktan göz gözü görmüyor.
Bütün lokalleri de insanlarını kaybetmiş. Daha doğrusu lokaller kalmamış.
İlk şiiriniz Kabataş Lisesi öğrencilerinin çıkardığı Dönüm isimli dergide ve daha sonra Türk Dili dergisinde yayınlanmış. Yazmaya başladığınız ilk zamanları anlatır mısınız?
Edebiyat öğretmeniniz Behçet Necatigil olursa elbette edebiyatçı olursunuz. “Dönüm” lisenin edebiyat dergisiydi. Salt edebiyat. Önde gelen şairlerse Hasan Pulur ve Hilmi Yavuz’du. Öykü yazarı bir Dinçer Uçak vardı. O öykücülüğü bırakıp tıp profesörü oldu. Daha pek çok şair vardı.
Tam onsekiz yaşındayken Ankara’da çıkan Türk Dili dergisine, dergi yönetiminde kimseyi tanımadan gönderdiğim bir şiirimin yayınlanması beni çok sevindirmişti. O dergiyi Arnavutköy vapur iskelesinin hemen yakınındaki bir bayinin küçücük barakası önünden, asılmış dergiler arasında gördüm. Yazar olacaktım işte.
Yazarlar genellikle en çok en son yazdığı kitabı sever. Siz kitaplarınızın arasından böyle bir ayrım yapıyor musunuz?
Hepsini severim. Ayırmıyorum. Ama her zaman yaklaşamam onlara. Eksiklikler bulacağımdan korkarım. Zamanı gelince biri kendine çeker beni. O zaman biraz okurum. Şimdi en son yazdığım anlatı baskıda: ” İşte Senin Hayatın”. İki yıl önce yayınlanan “Önünde Boş Bir Uzam”ın devamı gibi. Okuyucuyu avlamak istemeyen, yazıda üst düzey tutturmak isteyen edebiyatın yanındayım. N’apayım? Bizim dönemimizin modası buydu.
Yazarken, yazma anına ilişkin ritüelleriniz var mıdır? Ya da alışkanlıklarınız?
Balzac yazarken ayaklarını sıcak suya sokarmış. Herhalde kan dolaşımına yardım ediyor.
Benim rituallerim yok. Bazen çok büyük bir istekle yazarken, sözcüğü bulamayınca ya da paragrafı düzenleyemeyince masadan aniden kalkıyorum. Balkona çıkıyorum ya da pencerenin önüne gidiyorum. Hepsi bu.
Yazarları tanımlayan önemli birşey de yazarların beğendikleri, kendi gelişimlerindeki önemli buldukları yazarlardır. Sizin en çok beğendiğiniz ya da kişisel bakımdan önemli bulduğunuz öykücüler, romancılar kimler? Örneğin, yazdıklarınızda Kafka göndermelerine çok sık rastlıyoruz…
Pek çok yazarı severim. Okumak yaşamımı doldurmuştur. Edebiyat ile sinema olmasaydı saatleri nasıl tüketebilecektim. Bunu bilmiyorum. Eğlence filimlerini de severim. Hollywood’un
yarattığı küçük mitolojileri de. İtalyan realizmini de. Kafka beni en çok sarsan, en çok düşündürendir. Sonra Rusları saymalıyım: Lermontov, Dostoyevski, Tolstoy… Rus ruhunu ortaya çıkaran ve bu ruhu geliştiren yazarlar, modern romanın kurucusu Balzac ile sonra gelenler: Stendhal, Flaubert, çok yükseğe koyduğum Proust. Gogol…pek çok yazar. Lautréamont. Yirmidört yaşında ölen bu ölümsüz şair. Sonra Hemingway, Scott Fitzgerad, Faulkner…Bunlar en çok hayran olduklarım. Sartre’a da çok bağlıydım.
Çağdaş Türk edebiyatını birkaç kelime ile değerlendirmek gerekirse nasıl değerlendirirdiniz?
Değerlendirilmesi zor. Çok kötü kitaplar yazılıyor, Ama beş altı tane düzyazı alanında çok sağlam adımlar atan genç yazarlar var. Onları yazarak değerlendirmek isterim. Bu da oldukca zor bir çalışma. Bakalım.
Alıp başını gitme isteği uyandırıyorsunuz… Yazdıklarınızın okurdaki bu etkisinden haberdar mısınız?
Doğrusu bunun farkında değilim. Gençlikte bazen bu duygu üzerime bastırırdı. Ama sanatla uğraşanların kendi sanatlarının merkezi olan yerlere iki yılla beş yıl arasında gitmelerini, sonra da yurda dönmelerini savundum. En son da Kadıköy’de, şimdi kütüphane yapılan eski Kaymakamlık,
Evlendirme Dairesi olan Mimar Kemalettin’in yapısı binada gerçekleştirilen Ankara Sanat Tiyatrosu (AST) ile ilgili oturumda.
Doğan Hızlan sizi şöyle adlandırmış ”‘Bestseller’ fırtınası içinde edebiyatın sakin koylarındaki değerleri okumak, iyi okurun şanındandır. Demir Özlü de her zaman sizi o koyda bekleyen iyi yazarlardan biridir.
Bestseller salgınının monater ekonominin paralelinde olduğunu sanıyorum. Bu ne bireyleri derinleştirir, ne de uluslararası barışın sağlanmasına yardım eder. Çünkü trajik olanı ya da trajik oluşun getireceğini ancak derinleşmiş ruhlar görebilirler. Bu da çok geniş anlamda edebiyatın, yüksek edebiyatın eğitimin en temel parçası olduğunu gösterir. Ama ben karışmayayım artık. İnsanlar kendi geleceklerini kendileri belirliyecekler. Önemli olan okur. Borges, zamanında (1935) şöyle demişti: “Bana öyle geliyor ki, iyi okurlar, iyi yazardan da az.”Yalnız bestseller konusunda görülmeyen bir yan var: Örneğin Ferit Edgü’nün O/Hakkari’de Bir Mevsim romanı kendi dilinde onuncu baskıyı aştı. Almanca’daki durumu da öyle. Onat Kutlar’ın tek öykü kitabı İshak da öyle. Yusuf Atılgan’ın Aylâk Adamı da. (Aylâk Adam,tâ 54 yıl öncesinin kitabı) Bu kitaplar, üzerinden yıllar geçtiği halde tekrar tekrar basılıyorlar. Bu kitaplar rekor baskılara doğru gidiyorlar. Benim Bir Küçükburjuvanın Gençlik Yılları,Tezer’in Çocukluğun Soğuk Geceleri de. O bestsellerler ilk basılarında görünüp sonra kayboluyorlar. Yeniden basılmıyorlar. Basıldıklarında da ölmüş oluyorlar.
Gülistan Ertik / gulistan@kultursanatharitasi.com
(Yazı hiçbir şekilde izinsiz kullanılamaz)