Muharrem Pire
1944 yılında Bulgaristan’da doğdu. Kepirtepe İlköğretmen Okulu’nda Selahattin Hüsnü Taran’ın, İstanbul Çapa İlk Öğretmen Okulu Resim Seminerinde ise İlhami Demirci’nin öğrencisi oldu. 1966 yılında Gazi Eğitim Enstitüsü Resim-iş bölümünü bitirdi ve beş yıl öğretmen okullarında resim-iş öğretmenliği görevlerinde bulunduktan sonra serbest sanatçı olarak çalışmaya başladı. Duvar dekoru (bakır, alçı, beton rölyef uygulamaları), reklam grafiği, yayıncılık, tiyatro afişleri, tiyatro dekorları gibi çeşitli alanlarda uğraş verdi. Ödüllerinden bazıları; 1983’de Meteksan Desen Yarışmasında ödül, 1987’de TBMM Milli Egemenlik ve Barış Yarışması Mansiyon ve 48. Devlet Resim ve Heykel Sergisi başarı ödülü ve 1995’de ise The Pollock-Krasner Foundation Inc. tarafından bir fonla ödüllendirilmiştir. Sanatçı, 25 kişisel sergi açmış ve çok sayıda karma sergiye katılmıştır. Halen çalışmalarını Ankara’daki atölyesinde sürdürmektedir.
1950’de Bulgaristan’dan göçmen olarak Türkiye’ye gelişiniz, Kepirtepe ilk Öğretmen okulu, İstanbul Çapa Resim Semineri ve ardından Gazi Eğitim Enstitüsüne girişinizi, kısaca sanat yaşamınızı anlatır mısınız?
İlk sanatsal eğilimlerime 3-5 yaşlarında çamurdan heykelcikler yaparak başladım. Hatta komşularımızın tiplemelerini yaptığımda tanırlardı. Annem onları kurusun diye kiremitliğe koyardı. Güneş onları kuruttuğunda çamurlar çatlar ve parçalanırdı. Ben de oturup başlarında ağlardım. Bir gün babam, hesap defterini ve kurşun kalemini evde unutmuştu. Ben de o deftere yoldan geçen Romen inek çobanları ve ineklerinin resimlerini yapmıştım. Babam eve gelince “kim yaptı bu resimleri” diye sorduğunda kızacak diye saklanmıştım. Ama babam kızmak yerine övgüler yağdırdı. Sonrasında ilk kasabaya gidişinde bir resim defteri ve küçük bir pastel boya kutusu getirdi. Çok sevinmiştim. İlkokula eylül ayında başladım ve ocakta Türkiye’ye geldiğimde sınıfta okumayı bilen tek bendim. Her hafta okul panosuna farklı konularda yaptığım resimler büyük ilgi görürdü. İlkokul öğretmenim bana “ sen Kepirtepe, sonra Çapa’ya ve ardından da Gazi’ye gideceksin ve ressam olacaksın” dedi. Başöğretmen Osman Deveci, babamla konuşarak ikna etti ve böylece öğretmen okulu sınavlarına girdim ve başarılı oldum. Ressam olacağım okulda okuduğumu zannediyordum ama 2-3 ay sonra okul tabelasını okudum ; ”Kepirtepe ilk Öğretmen okulu” yazıyordu. “Şimdi ben öğretmen mi olacağım” diye şaşırdım. Çünkü o yaşlarda utangaç ve çekingendim. Herkesin karşısında nasıl çıkıp konuşabiliyor diye öğretmenime bile şaşardım. Kepirtepe’deki ilk resim öğretmenim Selahattin Hüsnü Taran idi. Birinci dönem resim dosyalarımızı inceledikten sonra beni odasına çağırdı ve iki saat boyunca resimlerimi şiddetle eleştirdi. “Bir daha böyle resim yaptığını görmeyeceğim” dedi. Mesela Feyhaman Duran’ın at üstündeki Atatürk resmini suluboya olarak yapmıştım. İşte bunlar için beni azarladı. “Yalnız kendi resimlerini yapacaksın” dedi. “Ama ben bakarak değil, hafızamdan yaptım” dediğimde “onu da yapmayacaksın” dedi ve benimle herkesten farklı ilgilendi. O konuşmadan sonra on beş gün kadar her teneffüste en arka sıranın altına girip kimseler görmeden ağlardım. O yıl sonunda Selahattin Hüsnü Taran, Gazi Eğitim Enstitüsü Resim bölümüne öğretim üyesi olarak atandı. O yıl bir bayram günü Lüleburgaz’da okula yayan dönerken arkamdan birisi “Pire” diye yüksek sesle seslendi. Döndüm baktım ki Selahattin Hüsnü Taran bir evin penceresinden sakmış bana sesleniyordu. Heyecanla yanına gittim. “Pire, resim yapıyor musun? Sakın bırakma, mutlaka Çapa’ya ve ardından Gazi’ye gitmelisin” dedi. Bu, benim resim aşkımın en yüksek onaylanmasıydı. O anı hiç unutamam. Okula nasıl döndüğümü hatırlamıyorum. İlk işim o karşılaşmanın resmini yapmak oldu.
Benzer bir anım da Çapa’daki öğretmenim İlhami Demirci ile idi. İlhami Demirci resim sanatı ile ilgili temel eğitim aldığım en değerli öğretmenimdir. Diyebilirim ki hala onun öğretisi ile resim yapıyorum ve hala ondan öğreniyorum. Resim sanatı ile ilgili derse girerken konuşmaya başlar ve çıkıncaya kadar devamlı konuşurdu. Birinci sınıfın ilk döneminde öyle şiddetle eleştirdi ki, sınıfta benden çok daha zayıfların olmasına rağmen sadece bana zayıf not verdi. Utancımdan dönem sonu on beş tatilinde eve gidemedim. Bizimkiler meraktan teyzemin oğlu İrfan’ı yollamışlar “git bakalım ne yapıyor? Hasta mı?” diye. İrfan geldiğinde beni ağlarken buldu. Biraz avutmak için “gel gezelim” dedi. Şehremininde ve Aksaray’da birkaç saat dolaştık ama ağlamamı kesemedim ve o gittiğinde de ağladım. Hatta on beş tatil sonuna kadar da ağladım. İlhami Demirci, her hafta ders dışı çalışmalarımızın kritiklerini yapar ve incelerdi. Beğendiklerini kendi arşivine koyardı. Her hafta bir resmimi alırdı ve beni yerden yere çalmaya devam ederdi. Üç yıl boyunca bu böyle sürdü. Ama ben daha büyük bir istek ve azimle çalışmaya devam ettim. Günde en az yirmi kroki, beş-altı portre (çoğu aynadan) ders dışı çalışmalar yapardım. ilhami Demirci’nin ölümünden sonra o arşiv Basri Erdem’in eline geçmiş. O da bir gün arkadaşı Uğur Bilge’ye söylemiş. “Pire’nin öyle bir dosyası var ki her biri bir sanat eseri” demiş. (Çapa’daki öğrencilik dönemime ait.) Ama İlhami Demirci’nin bana çok ağır eleştiriler yöneltmesinin sonucunda başvuru dilekçemi beden eğitimi bölümü için verdim. Test sınavını kazandığıma dair bilgi geldikten sonra yetenek sınavına çağırıldığımı İlhami Demirci öğrenmiş. Bir gün okuldan çıktım. Fındıkzade’ye doğru kaldırımdan yürürken durak olmayan bir yerde belediye otobüsü durdu. İlhami Demirci otobüsten önüme atladı. “seni gebertirim” diye bağırdı. “Ben seninle boşuna mı uğraştım? Girmeyeceksin o sınava” dedi. “Git Çemişgezek’te bir yıl öğretmenlik yap. Sonra resim bölümüne gideceksin” dedi. Hayatımda hiç bu kadar mutlu olduğumu hatırlamıyorum. Bir yıl ilkokul öğretmenliğimden sonra Gazi Eğitim Resim bölümüne girdim. Refik Epikman herkesin deseni üzerine kritikler yapar ama bana bir şey demezdi. Bir gün, “hocam, bana da bir şeyler söyleyin” diye zorla desenimi önüne götürdüm. “Evladım sen zaten sanatçısın, istediğini yap” dedi. “Çocuklar buraya gelin” dedi. “İşte size bunu anlatmaya çalışıyorum, desen budur” dedi. Diğer hocalarımdan da aşağı yukarı bu tür değerlendirmeler alıyordum. Bunun üzerine kendime “Pire” dedim.
“Her şeyin iyisini yapabiliyor olmak, sanatçı olmak için yeterli midir” dedim.” Nereden öğrenebilirim? Büyük ustalardan.” Kütüphaneye gittim. Primitiflerden bu yana büyük ustaların özgeçmiş sayfalarının numaralarının listesini çıkardım. Çok aktif bir kişilik olduğum için okul beni tanıyordu. Fransızca olanları Fransız dilindeki arkadaşlara, Almanca olanları Alman dilindeki arkadaşlara, İngilizceler için de İngiliz dilindeki arkadaşlara verdim ve “çevirir misiniz?” dedim. Bir hafta sonra bütün ustaların özgeçmişleri elimde idi. Okudum, okudum. Benim aradığım bilgiyi hiçbirisinde bulamadım. “Bunlar yeterli değil, sanat tarihçiler benden bir şeyler saklıyorlar” diye düşündüm. Sonra aklıma Bulgaristan’da küçükken bizim eve gelen konukların sohbeti sırasında “O, yazılmayanı okur, söylenmeyeni işitir ve gösterilmeyeni görürdü” diye birisini anlattıklarını hatırlıyorum. Öyleyse “burada yazılmayanı okumalıyım, söylenmeyeni işitmeliyim ve gösterilmeyeni görmeliyim” dedim. Yeniden bir araştırma çalışmasına başladım ve bir yıl kadar sürdü. Marksizm ile ilk defa bu sırada tanıştım ve işin özünü anladım. Tarihin ilgilendiği sanatçılar, dönemlerinde ezilenlerin safında savaşa tutuşmuş olanlardı. Örneğin Leonardo hayatının son yıllarında katır sırtında Alp’leri aşarak Fransa’ya geçiyor ve Versay’da konuk ediliyor. Dört yıl sonra da orada ölüyor. Neden? Goya hala İspanya’nın özgürlük savaşçısı olarak anılıyor. Neden? Mozart çok genç yaşta sözcüğün tam anlamıyla açlıktan öldü. Neden? Kaçık diye damgalandı. Yirmi yaşına kadar dahi diye anılan Mozart kaçık mıydı, dahi miydi? Bu sorularımın yanıtlarını başka kaynaklardan buldum. Onlar her şeylerini feda ettikleri bir savaşa tutuşmuşlardı. Picasso’nun Amerika’ya girmesi yasaklanmıştı ve hala bu yasak kaldırılmamıştı. Müzesinin girişinde camekânın içinde Fransız Komünist Partisi parti meclisi üyeliği kartı gösterimdedir. Bunlar için çok okudum. Mücadelelerinin ayrıntılarını öğrendim. Ben de ezilenlerin safında gelecek tasarımı için en ön cephede savaşa tutuşmalıyım. Bu cephe nerede? Yıl 1964-65 Türkiye hem içerde hem dışarıda emperyalizme ve uşaklarına karşı özellikle bağımsızlık ve demokrasi için mücadele verdiği yıllar. Bu cephe, parti cephesidir ama cephe çok karışık. Peki dedim kendime “sen bu savaşa tutuştuğun zaman eşinle, aşınla uğraşacaklar, hapse atacaklar, çoluğunun çocuğunun geleceği ile oynayacaklar. Daha birçok işkence ve acılı ölümler seni bekliyor. Peki, bunları göğüsleyebilecek misin?”. Yanıtımı verdim ve tahtaya yazdım. (Yemek arasında sınıfta kimse yokken) “Geleceğimden korkmadan, ezilenlerin safında emperyalizm ve uzantılarına karşı savaşacağıma ve sanatımı yalnızca bu savaşın gerekleri ile yükleyeceğime ant içerim “ diye yazdım. Karşısına geçip elimi kaldırdım ve yüksek sesle okumaya başladım. O anda kapı açıldı, bir arkadaşım içeri girdi ve “Pire dur, ben de katılacağım” dedi ve yanıma gelip elini kaldırdı. Biz söze başlamadan yine kapı açıldı ve birkaç arkadaşımız daha geldi. Ve biz altı arkadaş hep bir ağızdan yüksek sesle tahtadaki yazıyı okuyarak ant içtik. Ben, andıma sadık olarak savaşımı sürdürüyorum. “Ben bir savaşçıyım ve hayatım boyunca bağımsız irademi korudum.” Bu andımın hemen ardından ağır bedeller ödeyerek başladığım savaşımı sürdürmeye devam ediyorum. Bu ağır bedellerden ilki, Avrupa sınavlarını birincilikle kazandığım halde engellendim. Gerekçesi ise serserilik idi. Yedek subay okulundan er çıkarıldım. Gerekçesi disiplinsizlik idi. Deniz Gezmiş’in bildirisini dolabımda (THKO)bulundurduğum için. Askerliğimi de er generali olarak bitiremedim. Firari olarak 1974 genel affı olarak terhis oldum. Ayrıca beş yıl severek yaptığım öğretmenlik görevime de döndürülmedim. “Sanatçı, barikatları yıkandır”.
Şule ÖZBAHAR
sule@suleozbahar.com