“Biz hem acıyla beslenen, hem de korkuyla büyütülen bir toplumuz.”
Röportaj: Cenk ERDEM
h.cenkerdem@gmail.com
İki yıldır sahnede tek başına olağanüstü bir ilgiyle izlenen ve herkesi dev duygularla bırakan bir trans bireyin hikayesini veriyor Sumru Yavrucuk… Oyun çok konuşuldu, Afife Jale Ödülleri gibi en büyük ödülleri de topladı ama ilk sahnelendiği günden bugüne oyun evriliyor ve derinlerde neler hiç konuşulmadı?
Sumru Yavrucuk ekranda alıştığımız çok sevilen yumuşak anne rollerine rağmen sert metinlerle de adeta bir terapi yapıyor. Yavrucuk’la farklılıklar, kabul, toplumun korkuları, sanatın muhalefeti ve günlük hayattaki kimliği üzerine konuştuk.
“Kimsenin Ölmediği Bir Günün Ertesiydi” iki yıldır büyük bir ilgi görüyor peki Umut’un hikayesini aktarırken toplumun iki yüzlü iklimi size neler hissettiriyor?
Demek ki iki yıldır önemli bir ihtiyacı karşılıyorum… Biz hem acıyla beslenen hem de korkuyla büyütülen bir toplumuz. Genel olarak empati kurmaktan çok, kendi fikirlerini hakim kılmak üzerinden hareket ediyoruz. Bizim gibi olmayandan korkuyoruz. Korktuğumuz kişi olmaktan da korkuyoruz. Nefret cinayetlerine baktığımız zaman da kendinden olmayanı yok etmeye çalışmak, aslında tam da kendine bir yerden tanıdık geldiği için gerçekleşiyor. Bu noktada halkın ikiyüzlülüğünden söz etmek yanlış olmayacak. Aynı insanlar senelerce Huysuz Virjin izleyerek eğlenmiyor muydu? Bu noktada toplumsal düzeyde daha fazla farkındalığına ihtiyaç duyduğumuzu düşünüyorum.
Toplum trans kimlikleri sürüklediği ittiği yerlerde yargılıyor ve böyle bir karakterin içine girdikçe toplum vicdanına daha çok küfretmediniz mi?
Küfür etmekten ziyade oyun oynamayı, daha çok oynamayı tercih ettim. Mücadele alanım olarak en doğru yerin sahne olduğunu düşünüyorum. Tüm mağdur durumda bırakılan insanların korunma mekanizmalarının sağlanması, toplumun bilinçlendirilmesi, duyarlılığın arttırılması gibi gereklilikleri ben ancak oyun oynayarak hissettirebilirim. Beni de zaten bu oyunu oynamaya iten sebeplerden biri de budur. En can yakıcı kısmı ise izlediğim videolardı. Sokakta bir trans cinayeti olmuş. Başında bir arkadaşı hıçkırıklara boğulmuş yardım istiyor. Hemen yanında bir polis telefonla konuşuyor. Polisin vücut dili o kadar bildik ki bu durumlarda, bu da insanı isyan ettiriyor. Bu isyan oyunu oynama enerjimi arttırdı. Oyunumuzu izleyen bir trans birey beni şu sözle tanımladı “artık siz de bir trans annesisiniz”… Hikayede olduğum yer şimdi burası.
Bir kadın olarak bir erkeğin içine girip dönüştüğü kadını hissettirmek sizi ne kadar zorladı?
Çok kolay bir süreç değildi, oyuncu tekniği açısından bugüne kadar edindiğim vücut dilimi, sesimi, bedenimi Umut’a dönüştürme çalışmaları yaptım. Oyunun kendisi kimlik üzerine; böylesi zor bir meseleye kendi kanını bulaştırmadan yaklaşmak onu sahteleştirecekti. Umut da kendisine biçilen rollerin dışında yaşamak istiyor, Marylin olmak, kuğu olmak, assolist olmak istiyor; ama bunları ancak düşlerinde yaşatıyor. O ne olmak isterse istesin, gerçek oralarda bir yerde, tıpkı zamanında karşısına dikilen Baba’sı gibi, elinde sopayla, tüfekle, bıçakla dikilmiş ondan hesap soruyor. Umut, erkek dünyanın erkekliğini tehdit eden bir kadındır. Kadınlığı ya da erkekliğinden ziyade bu duygusunu öne çıkarmaya çalıştım.
Umut karakterinin Gullüm tarafını tam manasını vererek çok eğlenceli aktarıyorsunuz; peki bir oyuncu olarak transseksüellerin trajik olmayan eğlenceli taraflarında neler keşfettiniz?
Umut’un öyküsü kolaylıkla ajitasyona kaçabilecek bir damar barındırıyordu ki, bu tehlikeliydi. Sonrasında bu öyküyü ağırlığından koparmadan ama izleyende acıma hissi de uyandırmayacak bir şekilde kotarmak gerekiyordu. Umut için bu tekinsiz dünyada gullüm yapmak mezarlıkta ıslık çalmak gibi birşeydi. Bir de meselenin dönüp dolaşıp “hoşgörü” sözcüğüyle tarif edilen bir noktaya varması endişe verici geldi. Yani “transeksüelleri hoşgörelim” biçiminde bir yorum kibirli olduğu kadar gülünç de. Kim, kimi hangi ehliyetle hoşgörebilir ki?
Müthiş cesaretli bir duruşunuz var ve sizce de toplumun yol alması için sanatın ve sanatçının muhalefeti çok önemli değil mi?
Genel olarak tiyatroya bakıldığında, özellikle alternatif tiyatroların revaçta olduğu son yıllarda toplumsal meselelere olan yoğunluğun arttığı söylenebilir. Bu önemli bir gelişme. Sanatın muhalif olması gerekiyor; sanatçının da her önüne çıkana karşı gelmeden, onu anlayarak, bir şeyin içine çok dahil olup meselesini fanatikleştirmeden, soğukkanlılıkla alımlaması ve aktarması daha doğru. Aksi halde bir polemik kuyusunu kazıyor olmanız kaçınılmaz oluyor. Sanatta politika, sanatçının politik bir kimliği olması mühimdir tabii ama provakasyona kaçmak sakıncalı ve öyle bir durumda bir şeyin içine o kadar dahil oluyorsunuz ki artık o dahil olduğunuz şeyin içindeki pis yanları göremez hale geliyorsunuz. Öyle bir yerde durmak isterim: yitip gidenin haklarını savunacak kadar adil, ama bazı şeylerin yerinin hiçbir zaman doldurulamayacağını bilecek kadar yatışmış bir çizgide.
Doğaçlama yaptığınız yerlerde oyunculuğunuz çok keyifli bir hal alıyor; peki size verdiği özgürlüğü nasıl tarif edersiniz?
Biraz yaramazlık yapmak gibi… Kurallara sıkışmış bir anlatım yerine hiç keşfedilmemiş alanlara değmek, basılmamış bir kara ayak basmak gibi. Tabii metinle oyuncu arasında sıkı bir bağ kurulduğu müddetçe… Hiç yaşanamamış bir veda, söylenmemiş bir söz, çıkartılmamış bir öfke, sık tekrarlanan bir rüya, sarılınmamış bir aşk, dokunulmamış bir kardeş, çalınmamış bir enstrüman, seçilmemiş bir aile, hiç planlanmayan bir bebek, tanışılmamış bir akraba, sahip çıkılmamış bir ihtiyaç, yaşanmış veya yaşanmamış her türlü ana götürebilir bizi duygularımız izin verdiğimiz sürece ve bu izin yaratımın iznidir de aynı zamanda.
Sizi izleyenlere dev duygular bırakıyorsunuz, peki sahne size ne oyunlar oynuyor?
Bazen yakartop oynarız, bazen saklambaç… Sürprizleri seviyorum…
İnce tiyatro eleştirileriyle popüler kültürün yüzeysel geçici ilgilerini de taşlıyorsunuz; bir oyuncu olarak kültür sanat cephesinde sizi en çok neler hayal kırıklığına uğratıyor?
Profesyonel olarak 30 yıllık geçmişimde öyle hızlı değişimler oldu ki kendimi bir sanatçı olarak 1000 yaşında hissediyorum. Akün, Şinasi, İrfan Şahinbaş, Karaca ve Taksim sahnesinin atıl hale getirilmesi canımı acıtıyor. Kaç sahnemiz kaldı, kalacak mı? Endişeliyim… Yıllarca en uygun bütçelerle seyirciye opera, bale, tiyatro prodüksiyonlarını sergilediğimiz ve ilk çıktığım sahne olan Atatürk Kültür Merkezi’nin yıllardır hayalet gibi orda öyle duruyor olması çok sarsıcı değil mi? Sanata destek vermek devletin lütfu değil, görevlerinden biridir.
Umut karakteriyle aşkı, şiddeti, keyfi böyle coşkuyla çıkarırken sizi içinizde neler tetikliyor?
Sadece Umut karakteri ile ilgili değil. Her oynadığım oyun kişisiyle ruhumda yeni kapılar açılıyor. Aslında içimdeki çok sesliliği keşfetmek için de yeni roller yeni birer fırsat oluyor. Umut benim içimden çıkan bir Umut olduğuna göre tabii ki benden izler taşıyor. Oyun oynamak ruhumu bir şekilde ele geçiriyor ve bu artık kaçınılmaz bir ihtiyaca dönüşüyor.
Ekranlarda çok sevilen yumuşak anne rollerine rağmen size sahnede sert metinler de çok yakışıyor, peki günlük hayatınızda ne kadar yumuşak birisiniz?
Kendimi tamamen yumuşak ya da tamamen sert biri olarak tanımlamam mümkün değil. İnsanda her özelliğin belli bir miktar var olduğuna inanırım. Genellikle iyi hissettirmeye çalışan biriyim… Çok yumuşak biri, beni çok yumuşak olarak tanımlayabilir, sert biri de sert biri olarak algılayabilir. Yani herkes diğerini kendinden bilir. Beni en çok kuşlar sever.
Türk Tiyatroları için bir dönüm noktası olan Leenane’nin Güzellik Kraliçesi’ni 10 sene kapalı gişe oynamıştınız; peki Umut karakterine böyle bir şans verecek misiniz?
Leenane’nin Güzellik Kraliçesi, en sevdiğim oyunumdu. Türk Tiyatrosu ilk defa “in yer face” akımı ile tanıştı, ben de oyunculuğumun ötesiyle. Doyamadık, aynı kadroyla yeniden oynasak diyoruz. Ben oynadığım hiçbir oyunla vedalaşmam. Kimsenin Ölmediği Bir Günün Ertesiydi ikiyüz oyunu geçti. Talep olduğu müddetçe de devam edecek.
Hem bir yönetmen hem bir oyuncu olarak sizin için sırada neler var?
Yeni ve yine tek kişilik bir oyunun prova süreci içindeyim. İçinde kadınların kendilerini bulabileceği, kendileriyle yüzleşebileceği naif bir komedi üzerinde çalışıyoruz. Ferah bir hikaye. Kimsenin Ölmediği Bir Günün Ertesiydi oyununda, seyirci salondan farklı bir algı ile ayrılsın istiyordum; öyle de oldu. Bu oyunla da özellikle kadınlar tebessüm ederek, umutlanarak, güzelleşerek ayrılsınlar istiyorum.