Bozuk Pusula, Ali Bahtiyari’nin ilk kitabı. Babalarının hayatında var olmaya çalışan erkekleri anlatıyor, bir yandan da suç ve asaleti sorguluyor. Babaların oğullarının hayatına üflediği güçlü rüzgârı yaşamın en belirleyici öğretilerinden biri sayıyor.
Çocukluklarından yaralananlar, mutsuzluğumuzun nedenini öğretiyor hepimize…
”Mutluluk, çocuklukları mutlu geçenlerin işi, benim değil” demişti, sıradan bir edayla. Sırf yaşım ondan büyük diye, ”Kof bir fiyakalı laf işte” demiştim. Dahası, böyle olmadığına ikna etmeye çalışmıştım, bilmiş bilmiş. Çocukluğumun mutluluğuyla geldiğim noktadaki mutsuzluğumu örnek verip, çürütmeye niyetlenmiştim safça. Ama sonunu getiremedim ve tane tane anlatarak ikna etti beni.
Kabul edelim ya da etmeyelim, hayatımızdaki en temel gerçeklerden biri bu. İşte Bozuk Pusula’da bize anlatılan da, bu gerçeğin ta kendisi. Çocukluğundan yaralanmışsan Bozuk Pusula’da kendini göreceksin, çocukluk yaran olmadığını düşünüyorsan da, neden mutsuz olduğunun sırrını öğreneceksin.
Hiç yaralanmadan çıkıp giden yok bu dünyadan elbet. Ama bir de çocukluğundan yaralananlar var ki, neden böyle hayata başladıklarını anlayama çalışırken, yaşamı kaçırırken, bilgeleşenler de onlar. Ellerinde değerli bir sır var: mutsuzluğun nedeni biliyorlar…
Algıları hepimizden bambaşka bu insanların. Yanlarında zavallı bir durumda kalınıyor. Beklenenin ötesinde arsız değiller, kimseden bir istekleri yok, duyguları da. Çocukluklarında vazgeçirilmişler dünyadan bir
şey beklemekten. Varlar ama umursanmıyorlar, görmezden geliniyorlar. Onun için daha güçlüler zaten. Bükülmez bir çeliğin iradesine sahipler ve zaman onları metal yorgunluğuna sürükleyeceğine, çeliğe su katıyor.
Bozuk Pusula’da kriminal öykü tadında başlıyor her şey, heyecanla da ilerliyor bir süre. Kitabın devamını düşününce, böyle de bitmesine gönülden razı oluyorsun. Ama öyle olmuyor, derin yaralı adamlar arasında kalıyorsun bir anda, kimyası bozulmuş insanların. Hem de yeryüzündeki tek bir kişi, bu kusursuz kimyayı yaratmayı başarmış: Babaları.
Her şey hızlı yer değiştiriyor hayatlarında. Ciddiye almasan da önemsemekten karşı duramayacağın adamlar bunlar. ”Hoşlanmak mümkün değil” diye kestirip, ”tuhaf” yaftasıyla geçiştirebilirsin rahatlıkla. Fakat gariptir ki, kendine ait çok şey öğreniyor olmaktan, daha da bir sokuluyorsun yanlarına.
”Sıradan gelişin olmazsa, tekdüze bir yürüyüşün de olmuyor” diyerek, ürkütmeden tanıştırmaya başlıyor Ali Bahtiyarı bize bu adamları. İsimlerini bile anlam yüklemeyelim diye seçmiş muhtemelen. ”Osta”, ”İlas”, ”Hieras”, ”Panyeri”, ”Rubeni”, ”Teymar”, ”Kanastra”… Adları gibi coğrafyanın neresindeler, hangi zaman diliminde yaşıyorlar belli değil. Kullandıkları para birimi Renat mesela. Hiç yorulmayın baktım google’a, yok böyle bir para birimi yeryüzünde. Sadece Doğu’da bir yerdeler diye ipucu veriliyor fakat sen de üstünde durmuyorsun bir zaman sonra. Her yerde, her zaman var olduklarını anlıyorsun artık.
Kestiremediğin bir coğrafyada tren yolculuğunda hissediyorsun kendini kitabı okurken, sarsıla sarsıla ilerliyorsun bu tuhaf adamların hayatlarında. Anlıyorsun ki, başkalarına bakarak yol bulmaya ihtiyaçları yok. Hafızaları kendi rahatlık alanlarını güncellemek adına son derece zayıf. Daha fazla utancı göze alamayacakları yaşlarda yaşadıklarıyla, içine kapanıklar ama ne zaman saldırgan olacakları da bilinemiyor. Bir sürü duygunun konup kalktığı bir ağaç dalı gibi mimiklere sahipler. Hesaplaşmayı zamanında beceremedikleri için, yaşasalar da aslında bu dünyadan çekip gitmiş ruhlar. Kaybolmaları var zaman zaman, ‘gündüz düşleri’ kuruyorlar.
Aynı ses tonundan beraberce gülebiliyorlar. Zorlayıcı yüzleşmelere gerek olmadığına karar vermişler. İnsanlara yakınlaşmama ve birileriyle uzun süre meşgul olamama huyları edinmişler. Beladan sakınmıyorlar, amaçları sınırların ötesini kolaçan etmek. Karşılarına boz ayıları, uzun zaman aç bırakılarak kavgaya hazırlanmış dövüş köpeklerinin vahşetini taşıyan gözleri alıyorlar. Yolları suçlunun hak ve adaletle ilgisinin yok sayıldığı hapishanelerden geçiyor ama hoşnutlar bundan. ‘Arızaları onaran cennette’ hissediyorlar kendilerini burada.
Her yerde ve her çağda abartılarak anlatılacak şeyler yaşamaktan hoşlanıyorlar. Bilinenin ötesinde bir ”yalan’ gerçekleri var ve aslında yalanın ulvi değerini bilmeyen insanlara da acıyorlar. Yaşamın bilinmezliğine hep hazırlar ve bu bilinmezlikten haz alıyorlar. En başta kabullenmişler ki, ”Umursamaz ve berbat bir dengesi var yaşamın, hiç de insancıl değil.”
Geri döndüremeyecekleri gerçeklerinin sorumluluğuyla vazgeçmişler hayattan, sabah kalktıklarında aynanın karşısında o gün kim olacaklarına karar veriyorlar. ”Oyun olduğunu bildikten sonra oyuncu olmakta sakınca yok” diye inanmışlar. Hayatlarında büyük günahlar ya da bundan da büyük merhametler gizli, onun için yarın ne getirecekse, yarın düşünmeye çok hazırlar.
Metaforların canlanacağı yeni bir çağın eşiğindeler. İçlerinde bir yerlerinde hiç bilinmeyen masmavi sevinçler taşıyorlar. Akıllılar akıllı olmasına ancak doğada herkes ve her şeyin olması gerektiği yerde olduğunu, bu yaradılış piramidinde bulunulan yerin de küçük akıl oyunlarıyla değiştirilemediğini görüyorlar.
Bozuk Pusula işte bu birbirinden tuhaf adamların dünyasında ilerletiyor okurunu. İçlerinden birinin tabiriyle "Biraz kokain içip film izlemeye benziyor ”hayatları. Sıradan insanlarla tek ortak yanları da, herkesin şu an nefes alıyor olması.
İşte tam da bu noktada çekiyor seni içine kitap. Erken kaybedenleri anlamaya başladığında kendine dönüp soru sorduruyor. Bu insanlar gibi, yaşama devam etme isteğinin beraberinde getirdiği düşkünlüğe ve bir sürü gereksiz aldanışa uygun birisi olup olmadığına bakıyorsun. En küçük acıdan kaçmak için ruhunu vermeyi göze alırken, acının fiziksel hazzının tekrar edilemeyecek düzeyde aşılmaz olmasını istediklerini gördüğünde utanıyorsun. ”Yıkmak ve yok etmek üzerine kurulmuş bu dünyada bütün ruhlar buz gibi bir ateşte kül bırakmayacak şekilde yakılıyor” diyebilmelerini kıskanıyorsun.
Kazanılmasına gerek olmayan, kendiliğinden yüzeye çıkan bir vicdanın ön bilgisine sahipler. Sense vicdanınla baş başa kalmaya ürküyorsun. Aşıkların bile en yalın insanlardan değil de en güzellerden seçildiği bir dünyada, gerçeklik peşinde koşmanın abartısını anlayamadıklarını
söylüyorlar. Sense aldırmıyorsun bile, anlamasan da devam edebiliyor hayatın.
Anlaşılamamaya da pek alışkınlar, tuhaflığa da. Kendilerini anlamana yardımcı oluyorlar: ”Tuhaf buluyorsun çünkü içeri girebileceğin tanıdık delik yok. Anlamıyorsun çünkü kıyaslayacak ölçülerin yok. İzliyorsun çünkü kanıtlayabileceğin deneylerin yok. Bunca karmaşadan kafan karışınca da boyun eğip yüceltiyorsun.”
Yeryüzünde birazcık asalet ve iyilik varsa bizim kayboluşlarımızın eseri, senin gibi çayırda otlayan kuzuların değil…
”Sabit inançları ve vazgeçilmez alışkanlıkları olmayan herkes tuhaftır” diyor yazar ve sen de ya tuhaf olduğunun ya da vazgeçilmez alışkanlıkların olduğunun tercihini yapıyorsun. ”Biriktirmeyi diledikleri servetleri ellerinden alınmış ve onlar da kendilerine ait sandıkları ne varsa unutmayı seçmişler.” Sense bu durumda sadece isyan etmeyi öğrenmişsin. Ailesine
güvenmediği için erken dönemde hayatını onlardan kaçıran genç delikanlı var mesela içlerinde. ”Sevebilmek için yeterince ergin değillerdi” diyebilen. Var mı böyle cümlen, cesaretin? ”Var dedikleri için inanıyorsun” diyor. Yalan mı?
Üstüne üstüne getirip ağır konuşturuyor yazar bu adamları: ”Yeryüzünde birazcık asalet ve iyilik varsa bizim kayboluşlarımızın eseri, senin gibi çayırda otlayan kuzuların”. Öyle değil mi sahiden? ”Düşüncenin ayakları tarih boyunca yorganını hep aşmıştır. Sadece senin gibi tembeller ayakları üşümesin diye bacaklarını kıvırır.”
Hepimizi iyi tanıyor bu adamlar: ”Sarhoşken yaşadığı her haltı ayılınca hatırlayan ayyaşlarsınız”, ”İsteklerinizin büyüklüğü ölçüsünde kaderin kucağında yaşıyorsunuz”, ”Yaşamı kucaklamakla ilgili uyduruk Yeniçağ söylemleriniz var”, ”Hazzın köleliğinin peşinden koşuyorsunuz”.
Ali Bahtiyari bu ilk romanıyla ne kadar anlamak istemesek de yaşamdaki kesif mutsuzluğu sorgulatmış okuruna. Şair Hafız’ın ”Sen varoluşun pırıltılı nesnesi. Ne güzel parıldıyorsun…” sözünü önümüze koyup zalimliğimizi hatırlatmış. ”Körler onları görmese de yıldızlar vardır” şiarıyla pusulalarımıza güvenmemeyi fısıldamış. Kuzeyin neresi olduğundan emin
olmayalım istemiş. Ölmeden önce de ölünebileceğinin deneyimini sunmuş. İnsan kendini kalbinde öldürdüğünde dünya neye benzer göstermiş. Tanrının cömertliğinin yönünü sorgulamış. Daha ne yapsın?
Giderek kuvvetlenen bir belagatle yapmış bunu, güçlü bir anlatımla. Zaman zaman yazının ötesine çıkartıp film izler gibi seyrettirmiş, ya da bir
Shakespeare oyunu kıvamında sahneye taşımış, soneler tadında konuşturmuş. Yetmemiş, etkilendiğini saklamadığı Kazancakis’in Zorba’sındaki gibi, kimi yerde de kalkmış oynamış.
Gülistan Ertik / gulistan@mutlusonmedya.com
Kitap Adı: Bozuk Pusula
Yazar: Ali Bahtiyari
Yayına Hazırlayan: Işıl Ölmez
Grafik Tasarım: Emel Kumbur
Yayınevi:
İlk Baskı Yılı: 2016
Sayfa Sayısı: 240
Dil: Türkçe
ISBN: 9786058356764