Bu ay sizler için fotoğraf sanatçısı, Osman Nuri Yüce ile söyleştik. Yüce bize fotoğraf serüvenini, Etnofotografi ve Somut Olmayan Kültürel Mirasın fotoğraflanmasını ve gelecek ile ilgili hedeflerini konuştuk. Keyifle okuyacağınıza inanıyoruz.
İlk önce okuyucularımız için sizi tanıyabilir miyiz? Kimdir Osman Nuri Yüce?
Tabi. 1986 yılında Konya’da doğdum. İlk ve ortaöğrenimimi de bu şehirde tamamladıktan sonra 2004 yılında üniversite bitirmek amacıyla Konya’dan Ankara’ya göç ettim. Ankara Üniversitesi Halkbilim Bölümü mezunuyum. Şimdi de Gazi Üniversitesi Türk Halkbilimi Bölümü’nde yüksek lisans öğrenimi görmekteyim. “Ankara’nın Somut Olmayan Kültürel Mirası”, “UNESCO Türkiye’nin Dünya Miras alanları” “Anadolu’nun Bir Yılı” “Türkiye’nin Somut Olmayan Kültürel Mirası” konularında ulusal ve uluslarası alanda Türkiye’yi en iyi şekilde tanıtmaya çalıştım. Şu anda da Etnofotografi üzerine çalışmalar yapmaktayım.
Fotoğraf serüveninizden bahsedebilir misiniz?
Serüven kelimesi bu noktada çok önemli. Çünkü Roland Barthes’in ifadesiyle “bir serüven olmadan fotoğraf olmaz”. Benim serüvenim de şu şekilde gelişti: 6-7 yaşlarında dayım bir fotoğraf makinesi hediye etti. Ama bu fotoğraf makinesi oyuncaktı ve fotoğraf çekmiyordu. Bunun farkındaydım tabi. Yine de en anlamlı hediyeydi benim için çünkü çocukluğun verdiği o geniş hayal dünyasıyla birçok fotoğraf çekmeme vesile oldu. Çocukluğumun geçtiği Konya Mevlana Türbesi civarında Mevlana’nın yaşadığı dönemdeki çocukları hayal ettim. O çocukların oyun oynayışları, ağlayışları sürekli gözümde canlanıyordu ben de makinemi o hayalin canlandığı yere çevirip deklanşöre basıyordum. Bu süreç birkaç yıl böyle devam etti. Daha sonra lise yıllarında çalışıp para biriktirmeye başladım ve bir fotoğraf makinesi edindim. Bu kez aynı sokaklarda gerçekliği hapsediyordum. Fotoğrafın bendeki ilk anlamdırması da bu şekilde gerçekleşti. Fotoğraf “gerçekliğin hapsiydi” o yıllarda benim için. Buna paralel olarak gerçeklik ile tanışmam da o yıllara denk geldi. Yolculuk yapmayı yolda olmayı çok seviyordum. Üniversitede de yolculuk yapabileceğim ve fotoğraf çekebileceğim bölüm olarak Halkbilimi’ni tercih ettim. Bu yolculuklarda ve 2009 yılında kaybettiğimiz bölüm başkanımız Prof. Dr. Gürbüz Erginer ile şu anda hocam olan Prof. Dr. Muhtar Kutlu’nun fotoğraf konusunda aktardıklarıyla da fotoğraf üzerine uzun uzun düşünmeye başladım. Fotoğraf bende artık “ölmüşlerin geri dönüşüydü”. Tabi fotoğrafın gerçeklik ile bağı mevcuttu ve bir geri döndürme de söz konusuydu. İnsanları fotoğrafa iten tarafın “ölüm” olduğunu düşünmeye başladım. Ama hayatımda tüketmediğim, anlamını kaybetmeyen tek şeyin fotoğraf olmasına rağmen neden fotoğraf çektiğimi açıklayamıyordum? Uzun yolculuklar yaptım. Halen de zamanımın yarısı yollarda geçmekte. Bu yolculuklarda biriktirdiğim hikayelerin hepsinin ortak paydası anlatmaktı. Her insan bir şeyler anlatma derdinde, kimi masal ile kimi şiir, kimi de hareketli görüntü ile… Ben de bunu fotoğraf aracılığıyla yapmaya başlamıştım. Sözcüklerle anlatılamayan şeyler, ışıkla anlatılmaya başladı ve bugün fotoğrafın bendeki anlamı tam olarak ışıkla, dünyaya çığlık atmak haline geldi. Bu kapsamda Türkiye’nin bir çok ilinde ve Fransa, Almanya, Mozambik, Namibya, Macaristan, Kazakistan, Arnavutluk ülkelerinde çektiğim fotoğraflar sergilendi.
Son olarak fotoğrafı bir “sanat” veya bir “meslek” sınırlandırmasıyla değil, bir anlamlandırma telaşı içinde idealize ederek çekmekteyim. Hatta biraz melankolik bir ifade olabilir ama çoğu zaman hayata tahammül ettiğim tek kaynağım fotoğraftır diyebilirim.
Bu durumdan hareketle fotoğrafın anlamı sizce anlatmak mıdır?
Anlatmaktan daha öte bir durum var. Çığlık atmak… Anlatmak her zaman gerçekçi olmayabilir. Ya da her zaman istenilen farkındalığı oluşturamayabilirsiniz. Anlatmak geçicidir ve anlatılana hitap eder. Ama çığlık atmak böyle değildir. Çığlık atmak bir yaşanmışlığın dışavurumudur. Gerçek hislerden ortaya çıkan somut bir ifade biçimidir. Tabi biçimsel olarak somut. İçerik olarak sınırlandırmak pek mümkün değil. Çığlık atmak yankıyı da beraberinde getirir. Her çığlığın bir yankısı vardır. Dolayısıyla geçici de değildir. Örneğin bir çığlık atma biçimi olarak Kevin Carter’ın “akbaba ve çocuk” isimli Pulitzer ödüllü fotoğrafını söyleyebiliriz. Muhtemelen gözümüzde bu kare canlanmıştır. 1993 yılında çekilmiş olan bu fotoğraf 2016 yılında dahi yankılanıyorsa bu bir çığlıktır. Kevin Carter, intiharına sebep olan ve çok tartışılan fotoğrafların dehşeti için “fotoğrafların dehşeti insanları korkutuyor ama sorun bu nedenle hep konuşuluyor”demiştir. O fotoğrafta konuşulan sorun temelde Sudan’daki açlık ve bunun sebepleriydi. İçerik olarak ise Kevin Carter’ın “neden çocuğu kurtarmadığı” sorusuydu. Bu konuda birden fazla örnek verebilirim. Körfez Savaşı esnasında haberlerde Peter Gabriel müzikleri eşliğinde izlediğimiz fotoğrafları, görüntüleri hatırlayalım. Her biri birer çığlık atmaktır. Roland Barthes’in ifadesiyle “punctum”dur. Yani delen, geçen… hissedilen…hatta yaralayan. Maalesef günümüzde “fotoğraftan sonra” şeklinde tanımlanan bir dönem yaşanıyor. Manipülasyonlarla, bakış açılarıyla, propaganda olarak fotoğraf kullanılıyor. Gerçeğin ta kendisi diye düşünülürdü fotoğraf, ardından gerçeklikle bir derece uzakta konumlanarak gerçeğin temsili bir hal aldı. Şimdi ise gerçekliğin yeniden sunumu olarak kullanılıyor. Fotoğrafın kendisi de fotoğrafçılar da bir tedrisattan geçiyor. Muhafazakar, politik bir sınırlama dahilinde ve o bakış açısıyla kendi dünyalarını, manipüle edilmiş görüntülerle açıklıyorlar. Bu fotoğraflar sadık ve ruhsuz bir görünümdeler. Organize edilmiş kutlamalar, müsamereler, temaşalar gibi. Bağlamı yok. Ruhu yok. Çığlık var mı? Maalesef ki var.
UNESCO Fotoğrafçısısınız. Bize bu konu hakkında bilgi verebilir misiniz?
UNESCO Türkiye Milli Komisyonu’nda bu zamana kadar 3 projede çekimlerim oldu. İlki Türkiye’nin Dünya Miras Alanlarını fotoğraflamaktı. Bu kapsamda bir yıl boyunca UNESCO Türkiye Milli Komisyonu’nun görevlendirmesiyle 60 şehir gezdim ve o bölgelerdeki miras alanlarını fotoğrafladım. Bu fotoğraflar “UNESCO World Heritage in Turkey” ismiyle kitaplaştırıldı. Türkiye’de yer alan Dünya Miras Listesindeki miras alanlarına ilişkin olarak hazırlanmış özgün akademik makalelerin yer aldığı kitapla ilgili proje, UNESCO Türkiye Milli Komisyonu Başkanı Prof. Dr. M. Öcal OĞUZ ve Yrd. Doç. Dr. Özlem KARAKUL’un Dünya Kültürel ve Doğal Mirasın Korunmasına Dair Sözleşmenin 40. Yılı kapsamında başlatılmış, Editörlük sürecine Doç. Dr. Yonca ERKAN KÖSEBAY ve Yrd. Doç. Dr. Gaye ÇULCUOĞLU’nun da katılımıyla bir prestij yayımına dönüştürülmüştür. Kitap, Dünya Miras Komitesi adaylık sürecinde uluslararası toplumla paylaşılmış ve takdir edilmiştir.
Fotoğraf çekimlerini yaptığım bir diğer proje de “Türkiye’nin Somut Olmayan Kültürel Mirası” kapsamlı projedir. Bu projenin fotoğrafları da aynı isimli sergide bir araya getirilmiştir. UNESCO Türkiye Milli Komisyonu çatısında, üçüncü olarak da “Somut Olmayan Kültürel Miras Türkiye Deneyimi” isimli belgesel filmde kameramanlık yaptım.
Etnofotografi ve Somut Olmayan Kültürel Mirasın fotoğraflanmasından bahsettiniz. Nedir bu kavramlar?
Etnofotografi kelime anlamıyla “etno”nun yani halkın ışıkla yazılan hikayesidir. Yani halkbilimi ile fotoğrafı ilişkilendirme sürecidir. Müstakil bir bölüm ya da disiplin değil bir çalışma yöntemidir etnofotografi. Bilgiyi görünür kılma arzusudur. Ulus Baker’in “hiçbir imge tek başına var olamaz” anlayışını destekler niteliktedir. Batıda karşılığı fotoetnografi olarak terimlenmiştir ancak batıdaki kullanımı bir fotoğraf türünü, Türkiye’deki etnofotografi kullanımı ise bir araştırma yöntemini işaret eder. Türkiye’de Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Halkbilim Bölümü’nün üzerinde çalıştığı ve uzmanlaştığı bir yöntemdir. Birer Halkbilimci olarak bu yöntemi kullanmaktaki amacımızın Halkbilimsel, etnografik araştırmalarda fotoğrafın kullanılabilirliliğini göstermek olduğunu söyleyebilirim. Somut Olmayan Kültürel Miras kavramına gelince… bu kavram, UNESCO’nun kültürel mirasın korumasına yönelik olarak, 2002 yılında ortaya çıkan bir kavramdır. Somut Olmayan Kültürel Miras, sözlü anlatımlar ve sözlü gelenekleri, gösteri sanatlarını, toplumsal uygulamaları, ritüeller ve festivallerı, halk bilgisi, evren ve doğa ile ilgili uygulamaları ve el sanatları geleneğini kapsayan ve birtakım yöntemlerle kapsadığı bu miras alanını korumayı ve yaşatmayı hedefleyen bir terime gönderme yapar. Korunmasının ve yaşatılmasının bir yolu da fotoğraftır. Fotoğrafçı heybesinde biriktirdiği tanım ve terimlerin ışığında fotoğrafını çekeceği konuyu belgelemeyi amaçlamalıdır. İmgelerin ve kültürün dilini bu yöntemle çözmeli ve bunu çok iyi aktarmalıdır. Fotoğrafı çeken kişi, bir fotoğraf karesi ve bazen de açıklayıcı bir yazılı metin ile gelecek kuşaklara aktarılacak ölçekte estetik bir görünüşle ve heybesinde biriktirdikleriyle bu alanda çalışabilir. Ve dikkat etmesi gereken nokta, fotoğrafa alınan konunun bağlamından koparılmamış olmasıdır. Bu iki terimi de belgesel fotoğrafın çalışma alanları dahilinde snıflandırabiliriz.
İnsanların fotoğrafa ilgisi nasıl?
Anadolu’da köylerde yaptığım araştırmalardan örnek vererek bu konuyu açıklayabilirim. İlk olarak gittiğim yerlerde, fotoğraf makinesi boynumda olduğunda, bir yabancı olarak hatta dikkat edilmesi gereken kişi olarak görüldüğüm olaylar yaşadım. İnsanlar burada bana görünmemeye çalışıyordu. Köyün ileri gelen söz sahibi insanlarının dışında kimseyle iletişim kuramıyordum. Burada makinenin soğuk yüzünün ve işlevinin de önemi var tabi. Ama esas nokta bu makinenin, benim önüme geçmiş olmasıydı. Daha sonra araştırma sürelerini biraz daha uzattım ve bölgeye ulaştığım ilk anlarda iletişimimin ön planda olduğu, daha samimi – gerçek anlamda, hissederek kurduğum samimiyet – bir tavırla araştırmama başladım. Samimiyet arttıkça insanlar benim neden orada olduğumu daha iyi anlıyor hatta bir çok konuda bana kolaylık sağlıyordu. Fotoğraf makinemi çıkarttığımda ise fotoğrafının çekilmesi gereken bir çok konunun olduğunu söylüyorlar, kendilerini pek fazla gizlemiyorlardı. Bana eski fotoğrafları gösteren, sosyal medyada “profil fotoğrafı çeker misin” diyen bile oluyordu. Fotoğrafın, insanların albümleyerek güvenli yerlerde sakladığı, misafir gelince veya kendi kendilerine dönüp tekrar tekrar baktığı bir aracı halini aldığı zamanları gözlemledim. Özlemenin son bulduğu, sevdanın, yaşamın geri geldiği bir “an”ın aracı fotoğraf oluyor. Üzerinde uzun uzun konuşulması gereken bir nokta. Nedir bu albümleme, saklama ve fotoğrafın çekildiği anlara geri dönme heyecanının kaynağı? Bence fotoğrafın ölmüşleri geri döndüren gücüyle açıklanabilecek bir durum. Araştırmalarım haricinde genel olarak da gözlemlediğim nokta günümüzde fotoğraf, bir görüntü bombardımanı halini alan boyutta. Herkes fotoğraf çekiyor. Herkes binlerce fotoğraf çekiyor. Amatör veya profesyonel ayrımı yapmaksızın. Ya milyarlık teçhizatları kullanarak ya da cep telefonlarıyla… Bir selfie çılgınlığı söz konusu. Geçirilen her ana dair selfieler mevcut. Veya özçekimler. Hastanede komada bulunan dedesiyle fotoğraf çekip paylaşanları gördük. Bunun bir sonu var mı? Nerede ve nasıl bir boyuta ulaşacak merakla bekliyorum. Ama bu tür fotoğrafların da bir ruhunun olduğuna inanmıyorum. Sadece parmağın kullanıldığı, egonun referans olarak alındığı çekimler fazlalıkla göz önünde. Tabi herkes için bu durum geçerli değil.
Teknolojinin akıl almaz şekilde gelişmesi ile artık cep telefonları ile de herkes fotoğraf çekip, sosyal platformlarda paylaşabiliyor. Bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz?
Özellikle son yıllarda, sosyal paylaşım platformlarının çeşitlenmesi ve teknolojinin de gelişmesiyle her ortamda, her “an”da fotoğraf çekmek bir zorunluluk halini aldı. Öyle ki insani ihtiyaçların ardından en çok yaptığımız işlerden biri de deklanşöre basmak olduğunu söylersem abartmış olmam. Gözlemlediğim kadarıyla bu fotoğraflar bakmak için değil göstermek için çekiliyor. Ama bu gösterimin temeli “ben oradaydım” diyebilmek için. “Ben böyleyim” diyebilmek için. Beğeni sayısı da önemli tabi bu konuda. Baktığımızda özellikle “selfie” akımının en üst klasmanda yer aldığı fotoğrafların çoğunda bir poz verme hali mevcut. Bir nesneleştirme mevcut. Bu gibi durumlarda fotoğraf, nasıl olunduğunu ya da nasıl görünmek istendiğini yansıtıyor. Bir tür toplumsal oyun. Ciddi anlamda da bir sanallık hali. Bilinç ve özdeşlik çatışması. Bence özel olan anlarda çektiğimiz fotoğraflar, o “an”ı yaşamamızı engelliyor ve fotoğrafını çekerken özel olarak belirttiğimiz anlar paylaşınca bir anda toplumsal bir hal alarak nesneleşebiliyor. Ben bu tür fotoğrafları kendimize bir anı olsun diye değil de ötekine yönelik çektiğimizi ve “an”ın derinliğine, özelliğine, yaşattığı hislere de bir saygısızlık olduğunu düşünüyorum. Tabi tüketim odaklı toplum olmamız da bir başka belirleyeni. Bir de işin başka bir boyutu var ki buda vicdanlara hitap ediyor ve bence çok acı bir halde. İnsanlar bindikleri arabaları, aldıkları evleri, yedikleri yemekleri bile çok rahatlıkla paylaşabiliyorlar. Bunu hiçbir zaman anlayamadım. İstisnaları dışarıda tutarak belirtmek isterim.
Maalesef ülkemizde sanat hakettiği değeri göremiyor. Fotoğraf ve fotoğraf sanatı arasındaki fark nedir?
Sontag’ın bir tür “modern gereklilik” diyerek vurguladığı görüntü, moderniteyle birebir ilişki içerisindedir. Çünkü modern dünyanın önemli duyularından biri de görme duyusudur. Görmeye hitap ederek Fransa Kralı 16. Louis öldürülmüştür. Fransız İhtilali sonrasında gerçekleşen bu olay kamusal alanda herkesin gözü önünde kralın idamıdır. Görme, kralın değil krallığın öldürülmesinde bir araç olarak kullanılmıştır. Modern dönemde bu olmazsa olmaz olan görme, teknik anlamda fotoğraf ve filmle temsil edilir. Fotoğrafı teknik olarak görmemizi sağlayan fotoğraf makinesi 1839 yılında icat edilmiştir. Ama tabi fotoğrafın icadı daha eskilere dayanıyor. Ülkemizde ise fotoğraf makinesi, 28 Ekim 1839 tarihli Takvim-i Vekayi gazetesinin haberiyle tanınmıştır. Bu haberde fotoğraf makinesinin ne olduğu, ne işe yaradığı, kimin icat ettiği gibi temel meseleler okucuya aktarılmıştır. Bu haberden bir yıl sonra ise konuyla ilgili bir kitap yayınlanmıştır. 1842 yılında da halk, karanlık oda ve fotoğraf makinesini tanımıştır. Bu gelişmeler ise fotoğrafın gelişiminin, Avrupa ve Türkiye’de eşzamanlı izlenmesine sebep olmuştur. Fotoğrafın ülkemizde sanat olarak karşımıza çıkması ise Othmar’ın turistik fotoğraflarıyla gerçekleşir. 1900’lü yılların başında sanatsal, yani artistik fotoğraflar çeken Othmar daha sonra Ara Güler’e de kaynaklık etmiş, Ara Güler ile birlikte de ülkemizdeki fotoğrafçılık, uluslararası düzeyde adından söz ettirmiştir. Bu tarihsel süreçten kabaca bahsetmemin sebebi, fotoğrafın dünyadaki gelişimine hemen hemen eşzamanlı olarak eşlik etmesine rağmen ülkemizde fotoğrafa yeterince değer verilememiş olmasının altını çizmek. Bu duruma neden olarak da Türkiye’nin kültür yapısının, dini yapısının etkisi, diğer bir çok alanda olduğu gibi fotoğraf sanayisinin de kurulamamış olması ve akademik kurumların, STK’ların, bakanlıkların son yıllara kadar fotoğrafa yeterince önem vermemesi olarak gösterilebilir. Fotoğrafın sanat olup olmadığı uzun yıllar tartışılagelmiştir. “Fotoğraf sınıflandırılamaz” diyenlerin aksine günümüzde görüntü bombardımanı halini alan süreçte fotoğrafın bir sınıflandırma içine girmesi taraftarıyım. Bu kapsamda da fotoğraf türleri olarak “belgesel fotoğraf, haber fotoğrafı, sanat fotoğrafı, soyut fotoğraf, manzara fotoğrafı ve maalesef diyerek eklediğim dijital düzenleme sonucu oluşan fotoğraflar” şeklinde ifade edebilirim. Bu türler içinde sanat fotoğrafını ise sanatsal kaygıları olan, (nedir bu kaygılar: gerçek ile birlikte hayallerin de yer aldığı, estetik kaygının ön planda olduğu, ışığı, kompozisyonu, kadrajı estetik görünüme göre ve çoğunlukla önceden belirlenen) anlatmaktan çok göstermeyi hedefleyen (yani yayınlama gerekliliği, sergi v.b.) devamlılığı olan, sanat standartlarında bir dili olan fotoğraf şeklinde tanımlayabilirim. Tabi sanat kavramının çok geniş olması, fotoğrafın sanat olup olmadığının tartışılması paralelinde yaptığım bu tanım, fotoğraf sanatına benim bakışımın bu şekilde olduğudur. Fotoğrafı ise fotoğrafçının heybesinde bulunan tunguya göre sınıflanan, felsefi ve hatta psikolojik temellere dayanan, belgeleyen, gerçekliği temsil eden veya yeniden sunan bir çığlık atma olarak ifade edebilirim.
Geleceğe yönelik projeleriniz neler?
Gelecekte gerçekleştirmeyi hedeflediğim dört farklı projem var. Biri fotoğrafla alakalı, diğer ikisi ise hareketli görüntü, yani film ile alakalı diğeri de akademisyenlik. 3 yıldır senaryosunu yazmakta olduğum bir film var. Bu senaryoyu kendi yaşadıklarımdan ve biriktirdiğim yaşanmışlıklardan hareketle yazmaya başladım ve ortaya varoluşsal hikayeler bütünü çıktı. İki yıl içinde de bu senaryoyu bitirmeyi planlıyorum. Diğer film ise Türkiye’de belirlediğim konularda etnografik filmler yapmak. Bu kapsamda film ile ilgili öğrenebildiğim kadar çok şey öğrenmek amacıyla 1 yıldır film yapım şirketinde çalışmaktayım ve bu şirketle TRT kanalına belgeseller çekmekteyiz. Çığlık atmanın diğer bir boyutunu yani filmi de bu şekilde gerçekleştirmeyi planlıyorum. Diğer bir projem ise fotoğrafla alakalı. Sözlü ve yazılı metinlerin fotoğraflarını çekmeye başladım. Bir beyitin, bir masalın ve buna benzer yazılı ve sözlü metinlerin fotoğraflarının çekimlerini tamamlamak önemli hedeflerim arasında.