“Uçmasın diye kanatları kırılmış bir kuş gibidir heykel.”
Bu ay, heykeltıraş Umut Devrim Can ile heykel sanatının dünü, bugünü, ülkemizde sanatın durumu ve gelecek ile ilgili planları üzerine keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik.
Röportaj: Aslı Kutlucan Kaptan
İlk önce bize Kendinizden bahsedebilir misiniz? Umut Devrim Can kimdir?
1973 yılında Aksaray’da doğdum. Lise yıllarında üretmenin benim için bir yaşam biçimi olduğunu hissettiğim an, 1990 senesinde girdiğim sınavla kazandığım Hacettepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Heykel Bölümü’nde okumaya başladım. Öğrenimime 1995 senesinde Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Enstitüsü Heykel Bölümü yüksek lisans programı ile devam ettim. Yalnızca ürettikleriyle var olmak, onlarla anılmak isteğimden tez aşamasında, yüksek lisans programını tamamlamadan bıraktım. Uzun yıllar birlikte çalıştığım hatta çıraklığını yaptığım babamın atölyesinden ayrılıp 1994 senesinde kendi atölyemi kurmaya karar verdim. Uzun zaman kendi biçim dilimi oluşturmaya çalıştım. 2004 yılında artık izleyicinin karşısına çıkmaya hazırım dediğimde ilk kişisel sergimi açtım. Kısacası, Umut Devrim Can kimdir dersek kendi iç dünyasını, duygularını, hayallerini kimi zaman heykelle, kimi zamanda resimle betimlemeye çalışan birisidir diyebiliriz.
Neden heykel? Babanız Necdet Can da heykel sanatçısı, sanata ve heykele yönelmenizde babanızın etkisi nedir?
Heykeltıraş olmaya karar vermemin en büyük sebeplerinden biridir babam. Sanata yönelme konusunda annemi de göz ardı etmemek gerekir, her ikisi de aynı dönem Gazi Eğitim Enstitüsü Resim İş Bölümü mezunlarıdır. Belki çok klişe olacak ama gerçekten de elim kalem tutmaya başladığı zamandan beri hiç ara vermeden bir şeyler çizdim, bir şeyler boyadım. Hatırlıyorum, küçücükken atölyede babamı izlemek, onun çamura şekil verişini gözlemek inanılmaz bir keyifti benim için. Önüme koyduğu çamura şekil verebilmek için saatlerce bıkmadan usanmadan uğraşır dururdum. İlkokul yıllarındayken mahalle arası maçlarda top koşturan arkadaşlarımı bir kenara bırakıp, büyük bir hevesle gittiğim heykel atölyesi zamanla en büyük tutkum haline geldi. İşin aslı ailem özellikle de babam, heykel bölümünde okumama çok sıcak bakmıyordu. “Güzel sanatlar fakültesinde okuyacaksan, resim bölümünde oku” diye çokça konuştuğumuz olmuştur. Babamın o zamanlar söylediği bir söz hiç aklımdan çıkmıyor. ‘’Sporcunun ahmağı halterci, sanatçının ahmağı heykeltıraş olur, her ikisinin de ameleliği çoktur’’ diyerek ne kadar vazgeçirmek istese de olmadı. Bir tarafta aklımda beliren imgeler, parmaklarımın ucunda şekillenirken aldığım haz , diğer tarafta tamamlanan yeni bir heykelin karşısına geçip, döndürdükçe sanki her açısında yeni bir resim varmışçasına ortaya çıkan görsel şölen. O esere dokunurken salt gözlerle değil de, ellerinizle görebiliyor olmanızın verdiği keyif, heykelle kendimi ifade etmeye çalışmamın nedenidir.
Çalışmalarınızda daha çok hangi malzemeleri kullanıyorsunuz?
Heykelin günümüzde sınırsız bir malzeme çeşitliliği var. Akla gelebilecek her türlü nesne, heykeltıraşın elinde boyut kazandığında, sanat eserine dönüşebilir. Her ne kadar ağaç, taş ve bronz, heykelin ana malzemesi olarak kabul edilse de, çevremizde var olan, elle tutulur, gözle görülür her şeyden, heykel yapılabilir. Varmak istediği sonuca hangi malzeme uygunsa o an için, onu kullanıp eserini oluşturmak sanatçının kişisel tercihi olacaktır. Benim tercihim ise daha çok bronz dökümden yana olmuştur.
Yaratma sürecinizden bahsedebilir misiniz?
Her yeni heykele başlarken, birçok eskiz hazırlarım. Bu eskizler önce kağıt üzerinde desenler olarak, ortaya çıkmaya başlar. Kimi zaman modelden çizdiğim desenler, kimi zaman da aklımda uçuşan imgeler kağıda dökülürken, elle tutulur hale geldikten sonra, istediklerimden birkaç tanesini eskiz tadında küçük heykelcikler haline getiririm. Ortaya çıkan heykelcikleri seyrederken, zaman zaman kendimi onlarla konuşur halde bulduğum olmuştur. Hangisinin sohbeti daha keyifli ise; diğerlerinin arasından seçip, en son halini alıncaya kadar uzun soluklu bir süreç başlar. İşte o zaman, daha önce bahsettiğim amelelik süreci başlar. Modelaj, kalıplama, döküm, tesviye, patine… Sonuç; benim için sanki masallardaki Kaf Dağı’nın tepesindeki padişahın kızı gibidir.
Türkiye’de sanat her dalıyla maalesef hak ettiği yerde değil… Peki heykel?
Sanat ve sanatçının durumu bu ülkenin kanayan, bu gidişle de kanamaya devam edecek olan yarası gibi. Türkiye’de sanat gerçek anlamda Cumhuriyet’in kurulması ile başlar. Ben sanatı, küçük bir çocuğa benzetmişimdir hep. Emeklemeye çalışan, her ayağa kalkmaya çalıştığında, ellerinden tutup, yürümeye başlaması için destek göreceği yerde, Iktidarlar tarafından köstek olunup, öksüz bırakılan bir çocuk gibidir sanat. Heykel ise üvey evlat gibidir. Kimi put der, kimi ucube. Kimi üstüne tükürür, kimi kırıp parçalar, yıkar. Uçmasın diye kanatları kırılmış bir kuş gibidir heykel. Maalesef sanat, hele ki heykel bu ülkede hak ettiği yerde olamamıştır. Nasıl olsun?! Siyasi otoriteden halka kadar, neredeyse tamamının heykele nasıl baktıkları ortada. Böylesi bir ortamda ben de heykel yapmaya çalışıyorum. Eğitimsiz, kültürsüz bırakılmış bir toplumda, bu zihniyeti değiştirmeye çalışmak, akıntıya karşı kürek çekmek gibi. Sokaktaki vatandaşa ‘heykel nedir’ diye sorsan vereceği cevap; Atatürk olacaktır. Sakın yanlış anlaşılmasın, ben de Atatürk ilke ve devrimlerine sonuna kadar bağlı bir Cumhuriyet çocuğuyum. Ama ne yazık ki her köşe başında karşımıza çıkan Atatürk heykellerinden (Kaldı ki birçoğu ne olduğu belirsiz işler) ben bile yorulmuşken nasıl olacak da, sıradan insanların zihniyetlerini, heykele bakışlarını değiştirebiliriz? Hal böyleyken bu ülkenin insanı ne sanata ne de sanatçısına sahip çıkmaz, çıkamaz. Sonunda da yıkılan, yerinden kaldırılan heykellerle başbaşa kalırız -ki bunların içinde babamla birlikte yaptığımız, yerinden kaldırıp tekrar konmayan, atölyemin önünde 8 yıldır bekleyen Cumhurbaşkanlığı Senfoni Anıtı Heykeli’nin de olduğunu söylemek isterim. Bu işin sonu nereye gider kestiremiyorum. Tek bildiğim dört bir taraftan kuşatılmış olsak da üretmeye devam etmemiz gerektiği…
Bildiğim kadarıyla bir de resim sergisi açtınız. Resimle olan ilişkiniz nasıl? Bir daha resim sergisi açmayı düşünüyor musunuz?
Aslında resim sergisi açtığımı söylemek doğru olmaz. Eskiden ders verdiğim G&G Galeri’nin sahibi Gül Seyrekbasan Hanım ve uzun zamandır benimle çalışan öğrencim Nil Yanmaz Hanım’ın atölyedeki yılbaşı kutlama organizasyonu bir anda mini bir sergi havasına büründü desek daha doğru olur. Gerek organizasyona katılan davetliler, gerekse sonrasında atölyemi ziyaret eden sanatçı dostlarımdan aldığım tepkilerden oldukça mutlu oldum. Özellikle ağabeylerim olarak gördüğüm çok değerli sanatçıların eleştirileri, beni çok rahatlattı. Sanatçının ressam ya da heykeltraş olarak sınıflandırılıp adlandırılması bana hep garip gelmiştir. Kullanılan malzemeleri ve teknik kısımlarını bir kenara bırakırsak, sanatın her dalı ifade biçiminin bir türüdür. Bir sanatçı bence kendini hiçbir zaman dar kalıpların içerisine koyup, heykeltıraşım ya da ressamım diye dillendirmemelidir.
Mart ayında Stillife Sanat Galerisi’nde yeni bir serginiz gerçekleşecek. Sergiyi ziyaret edenler burada neler bulacaklar?
Bu S-sergi değerli arkadaşım Azamat Kuliev ile bir arada Izleyici karşısına çıkacağımız bir sergi olacak. Son dönem yaptığım resim, heykel ve rölyeflerin yanı sıra Izlemekten keyif aldığım, daha önceki çalışmalarımın da yer aldığı bir düzenleme olacak. Herkese iyi seyirler dilerim.