13 yıldır İspanya’nın Valencia kentinde yaşayan ve yapıtları yurtdışında önemli müze ve galerilerde sergilenen Volkan Diyaroğlu, Bozlu Art Project Sanat Galerisi’nde açacağı 20. kişisel sergisi sansüre uğradığı için sergiden geri çekme kararı aldı. Hem bu sansürün detaylarını hem de 2014 yılında Volkan Diyaroğlu ve Ziya Levent Aybay tarafından kurulan ULAN grubunun ilk albümü “Dua Tarlası” üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik.
Hayatınızda resimden önce müzik varmış…
Ilk gitarımı 13 yaşımda edindim. Okul kantininden bir yıl boyunca gazoz ve simit almadan para biriktirip üstüne bir de kız kardeşimden ödünç para aldım. Bu merakın nereden geldiğine dair hiçbir fikrim yok, çünkü ailem fazla müzik dinlemezdi. Bir rock grubu kurup dünyayı dolaşmayı hayal ediyordum. Ama sürekli bir şeyler çiziyor ve sürekli kitap okuyordum. 16-17 yaşıma böyleydim. Güzel Sanatlar Fakültesi’ne girip iki şeyi de aynı anda yapmaya karar verdim ancak başlangıçta düşündüğüm kadar kolay olmadı. Hala kolay degil…
Indie, post-rock, grunge, progressive gibi müzik tarzlarından etkiler taşıyan ‘’Ulan’’ grubunuzun ilk albümü ‘’ Dua Tarlası’’ isyankar bir albüm gibi duruyor. Grubun adı nereden geliyor?
Bence isyankarlığımız her şeyden çok varoluşla, hayatla ilgili. İçe donuk bir isyankarlık diyebiliriz buna (kendimize, kendi oluşumuza isyanımız). Ama haliyle bu isyan sosyolojik bir boyuta taşınıyor, çünkü bizden önce kurulmuş toplumsal oyunun kuralları dahilinde doğuyoruz ve toplum bizi kıra döke sekillendirmeye çalışıyor. Grup adı da ilginç oldu… Levent ile (Ulan’in bas gitaristi) grup ismine bir türlü karar veremiyorduk. Albüm hemen hemen hazırdı ve sanırım en zorlandığımız konu gruba bir isim vermek oldu. ‘’Şu mu olsun ulan, bu mu olsun ulan’’ derken ‘’ulan olsun ulan’’ dedik.
Müziğinizin belli bir tarzı var mı?
Bugüne kadar bizi dinleyen herkes farklı şeyler söyledi. Biz de müziği yaparken bir tarz ya da belli bir etiket düşünmedik, hala da düşünmüyoruz. Kafamızdakileri, içimizdekileri hangi seslerle, hangi ritmlerle anlatabiliriz derdindeyiz. Sonuç olarak ilk albüm sanırım post-rock’a yakin bir albüm oldu, ama bence o da degil. Grup olarak etiketlere bağlı kalmak istemiyoruz, özgürce, klişelere takılmadan eser üretme derdindeyiz.
‘’Kayıp zamanın izinde’’ şarkısının hikayesini öğrenebilir miyiz?
Aslında şarkının adı “Kaybolduğumda”. İlk albümümüz “Dua Tarlası’nın ilk single’ı. Favori yazarlarımdan birisidir Marcel Proust. Bir şekilde Proust şarkının içine gizlice sokuldu. Lise yıllarımda yazmıştım bu şarkıyı. Şarkı genel anlamda zaman ve rüya ile ilgili. Rüyalar kuruyoruz ve onları kaybediyoruz, kayboluyoruz..Yaşam, gün içinde düş kurduğumuz anlardaki gibi hızlı bir şekilde geçip gidiyor ve biz bunu durduramıyoruz, bir de bakıyoruz, hikayeler, düşler akıp gitmiş ve ömür bitmiş.
Çektiğiniz klipler televizyonlarda yayınlanmıyor, neden?
Türkiye’de bundan daha doğal ne olabilir ki? Televizyon denilen alet, halkın algısını yönetme, reklam ve ürün satmak üzerine kurulu. Bu düzene bizim kliplerin girmesi zaten beklenebilir bir şey değil. İnsanlar bu müziği istemiyor diye düşünemeyiz, insanları belli bir hayat şekline, belli bir zeka düzeyine göre yönlendiriyorlar, onları belli hayat şekillerine alıştırıp adeta genlerini değiştiriyorlar. Ailece oturup içinde psikopatlığa varacak kadar bozuk dizileri, garip evlilik programlarını, gereksiz yarışmaları izlemekten uyutulmuş vaziyetteki insanlar, onlara empoze edilmiş yaşam şekilleriyle zihinsel açıdan dünden tembelliğe hazırlar ve müzik kanalları da bu sistemin bir parçası. Ne diyebilirim ki? Televizyonda var olmamak son derece doğal bizim için. Var olsaydık kendimi sorgulamaya başlardım zaten.
Türkiye’de çıkan müzik albümlerini aynı sound ile çıkan, bangır bangır boş bağrışmalar şeklinde tanımlamışsınız.
Ben o ifadeleri daha çok popüler olan müzisyenler için söylemiştim. Güzel şarkıları bile aynı post-prodüksiyon ile rezil hale getirebiliyorlar anlamındaydı söylediklerim…Ama sonuç olarak müzisyenlerin farklı şeyler yapmaya çalıştıklarında seslerini duyurabilecekleri büyük ve hazır bir kitle yok.
Müzisyenlerin, yaptıkları işi bir adım daha ileri götürebilmeleri için, profesyonel olarak bu işten kazançları olması gerekir ki bu durum şu an var olan koşullarda neredeyse imkansız.
Türkiye’de müziğin gelişimi görsel sanatların gelişimiyle aynı yolu izledi. Türkiye hiçbir zaman gerçekten demokratik bir ülke; Türkiye toplumu da demokratik ya da özgürlükçü bir toplum olmadı. Özgür olmayan toplumlarda sanatın, müziğin gelişmesi imkansız. Tarihte otoriter olan tüm rejimlerde bunu rahatlıkla gözlemleyebilirsiniz. Bu toplumlarda her nasıl olursa olsun farklılık, rahatsızlık verir; özgünlük düşündürür, ufku açar, hayatta farklı yollar, farklı rüyalar oldugunu gösterir.
Şarkılarınızda hep bir hikayeden yola çıkma durumu mu var?
Eserler hikayeden yola çıkmaktan çok, yeni bir dil yaratırlar. Her eser kendi varoluş süresinde, yarattığı dilde hikayeler ortaya çıkmasına vesile olur. Eser dilin kendisidir zaten.
Türkiye’de müzik kapı kolu zannediliyor demişsiniz?
Orada aslında bir kelime oyunu var. Türkiye’de müzik sektörünün kıyısından geçmeye başladığımız günlerde en çok duyduğumuz şey “bu müzik tutar mı?” sorusu oldu. Bu “tutma” deyimi benim fena halde sinirimi bozuyordu. Sanki bir eser tutulması icin yapılan, kullanışlı bir şeymiş gibi…Sanki yaptığımız halka hizmet ve bu hem bize yeni kapılar açacak, hem tutulacak hem de halkı eğlendirecek… Hayatımda hiçbir zaman kullanışlı bir şey yaptığımı zannetmiyorum. Yaptıklarımı insanlar bir şekilde kullanıyorlarsa bu onların sorunu. Benim amacım hiçbir zaman başkalarının zevkine ya da düşündüklerine hizmet etmek olmadı ve olmayacak. Derdim bu olsaydı kendime yapacak başka işler bulurdum.
Bir ara müziğe küsmüşsünüz ve Türkiye’de yapabileceğinize dair en ufak bir inancınız yokmuş.
Hala da inancım yok aslında…Müziğe küsmedim, müziğimi kendime sakladım. Belki bu söyleyeceğim şey biraz umutsuz gelecek ve çoğu kişinin hoşuna gitmeyecek ama şu an için Türkiye’de insanca yaşamanın mümkün olduğuna dair pek inancım kalmadı. Daha geniş baktığımda tüm gezegen için de aynı şeyleri düşünüyorum.
resim dünyanın en ciddi ve en zor işi
İspanya’ya gidince sadece müzik yapmışsınız, hatta resim çalışmaları da o kadar iyi gitmiş ki resimle de uğraşmışsınız.
Resim boş zamanlarda yapılabilecek bir şey degil, tam tersine dünyanın en ciddi ve en zor işi. Belki yaptıklarınızla başkalarının hayatını tehlikeye atmıyorsunuz ancak kendinizi zihinsel olarak tehlikeye attığınız kesin.
Ben İspanya’ya zaten Güzel Sanatlar Fakültesi’nde okumak için geldim. Yani sürekli yaptığım iş zaten resimdi. Aklımda aynı anda müzik yapmak da vardı, ama resim çok iyi gitti ve tamamen resme konsantre oldum. Şu an ise günde 14-16 saat arası çalışıyorum. İki işim var. Günde 7-8 saat atölyemde çalışıyorum. Geri kalan zamanımı müzik ve iki işin gerektirdiği ek işlere ayırıyorum.
Papua Yeni Gine’de yeni kabiledeki kadınlar yakınlarını her kaybettiğinde parmaklarını kesiyorlarmış. Siz de bir işinizde bu geleneği sorgulamışsınız. Biraz bu işinizden bahsedebilir miyiz?
Geleneğin kendisini sorgulamaktan çok, medeniyetin üzerimizde uyguladığı sansür hakkında araştırmalar yaparken bu konu dikkatimi çekmişti. 2013 senesinde Karşı Sanat Çalışmaları’nda gerçekleştirdiğim serginin adi “Parmakkesicilik” idi. Bu konu; medeniyet, ölüm, zaman ve beden kavramlarının hepsini kapsıyor. Bir yanda “medeniyetsiz” denilen bir toplumda ölen yakınları için bedenlerinin en işlevsel organlarından olan parmakları kesilen kadınlar, diğer yanda yaşadığımız medeniyetlerde bizim bireyler olarak sosyolojik açıdan kastrasyona uğratılmamız…Her canlı gibi ölüme doğru yol alırken, toplumun yarattığı gelenek; yasalarla güçsüz ya da tehlikeli gördüğü bireyleri yavaş yavaş işlevsiz hale getiriyor…İnsanın kendi kendisini yaşarken yok etmesi. Ve bunu hatıralarıyla, hafızasıyla bedenine bir eksikliği artı değer olarak kazıması…
Bir işinizde döner tezgahına yerleştirilmiş plastik dünyanın sıcaklık nedeni ile ağır ağır tükenmesini deforme olmasını sorgulamışsınız Bu işten biraz bahsedebilir miyiz?
2012 senesinde Dünya gezegeni sakinleri, bir kehanete göre dünyanın sonunun geleceğini düşündüğü bir tarihe odaklanmıştı. Dünya’nın yok olacağını düşündükleri gün için partiler hazırlayıp planlar yapıyorlardı. Bu konu bir süre kafamı oldukça kurcaladı. Ben de bir kehanette bulunmak amacıyla “Apokaliptik Kebap” adlı eseri meydana getirdim. Benim kehanetim ise “insanın sonu insanın aptallığından olacak”. Bu işi, ekolojik çöküş içinde, fast food, kapitalizm vb. gibi harika değerlerin tadını çıkararak dünyanın sonunu son derece refah ve neşe içinde bekleyen bugünün insanına adadım. Dünya yok olunca bu iş de kendisini otomatik olarak yok edecek.
Mehmet Ergüven, sizin için ‘’yüzeyde kat kat espas yaratır, aynı zamanda perspektifi tuvalin önüne çeken sanatçı’’ diye bahseder. Siz de böyle mi düşünüyorsunuz?
Aslında çalışırken karşımda bir tuval olduğunun farkında değilim, bunu hiç bu yönden düşünmedim. Boyanın bir malzeme olduğuna da hiçbir zaman inanmadım. Sanırım kendimi perspektiften çıkarmak asıl derdim ve bunu yapmaya çalışırken perspektifin tuvalin önüne çekilmesi ya da tuvali perspektifin gerisine itmek çok doğal. Yer, zaman ve oluş içinde sürekli bir boğuşma söz konusu. Sanırım ben yok olunca ortada bir sorun kalmayacak ve en azından ben çok rahatlayacağım.
Bozlu Art Project Sanat Galerisi’nde açacağınız son serginizde yer alan iki esere uygulanan sansür nedeni ile resimlerinizi sergiden geri çekme kararı aldınız. Sergi küratörü Oğuz Erten’de sergiyi, kurul beğenmediği için iptal edildiğini söyledi? Hangisi doğru?
Sansür uygulayan kişi ‘’ben sansür uyguluyorum’’ demez ki! Kendisinin açıklamalarını görünce açıkçası ben utandım. Göz göre göre bir insan neden ve neye güvenerek asılsız demeç verir, anlamış değilim. Anlaşmamızdaki gizlilik maddesi sebebiyle, kendisinin açıklamalarını net şekilde yalanlayan yazışmalarımızı ortaya koyamadım. Koysam da bir şey farketmezdi zaten. İnsanlarda utanma sıkılma diye bir şey yok ki. Her şey hiçbir şey olmamış gibi devam ederdi, kendi enerjimi ve zamanımı harcamaktan başka bir işe yaramazdı. Kaldı ki kendisi bahsedilen eserlerden herhangi birini görmedi bile. Trajikomik… Sünnet ve kürtçe kelimeleri yetti, üzerlerinde fikir alışverişi bile yapılmadı, tartışılmadı. Bir de beni yalancı durumuna düşürmeye çalıştı. Ayrıca bahsettigimiz sergide küratör de yoktu, Oğuz Erten benimle galeri yöneticisi sıfatıyla iletişime geçti. Bu kişi sonradan, kendisini serginin küratörü ilan etti. Bu konuda daha da fazla zamanımı harcamak istemiyorum açıkçası. Hiçbir şeye şaşırmıyorum artık.
Gülistan Ertik/ gulistan@mutlusonmedya.com