Ercan Kesal’ı bir çok filmdeki oyunculuğunun yanı sıra, Cannes’da ‘’En İyi Yönetmen’’ ödülü alan ”Üç Maymun” ve ‘’Grand Prix’’ kazanan’’Bir Zamanlar Anadolu’da’’ filmlerinin senarist ve oyuncularından biri olarak tanıyoruz. En çok da ”Bir Zamanlar Anadolu’da” filminde oynadığı muhtar rolünden tabii ki. Kesal, aynı zamanda Peri Gazozu ve Evvel Zaman kitabının yazarı. Hepsinden daha da önemli bir şey var aslında. Mütevazi kişiliği, gözlem yeteneği, hayata karşı duruşu. Kitaplardan, Sinemadan, Yazılardan konuştuk…
Yazar, Senarist, Oyuncu, Doktor, Birgün Gazetesi Köşe yazarlığı…Çok fazla kimliğiniz var. En fazla hangisisiniz?
İşte o en fazla olduğum şey, bütün bu kimliklere birden koşturan adam aslında. Şöyle bir cevap bekleme sakın: ben en fazla oyuncuyum, en fazla yazarım, en fazla doktorum; bu değil işte. Aslında bütün bunlara ilgi duyan hepsini birden gerçekleştirmeye çalışan adamım ben. Bütün bunlardan beslenerek hayatı anlamaya çalışan Ercan, en fazla oyum. Hekimliğimle oyunculuğumu, oyunculuğumla yazarlığımı, yazarlıkla senaristliğimi birbirinden çok ayırt etmiyorum; hepsini birleştiren bir yerde durmaya çalışıyorum.
Tüm bunlar bir etkileşim içinde mi? Hepsini bu kadar iyi yapmaya nasıl yetişiyorsunuz?
Birbirine çok yakın işler olduğu için öncelikle. Çünkü senaristlik ve yazarlık kuşkusuz birbirine çok yakın işler. Aslında ”Peri Gazozu”ndaki yazım yöntemim de teknik anlamda biraz sinemasal bir yöntem. Seyrettiriyormuş gibi yazmaya gayret ediyorum. Bu yöntem senaryoda da vardır. Senaryoyu betimlerken dialoglardan önce yönetmen onu hissetmeli. Oradaki kokuyu, duyguyu, rengi ,atmosferi almalı. Kuru bir şey yazamazsın, yazdığın şeyin imgeleri güçlü metinler olması lazım. ”Bir zamanlar Anadolu’da” filminin senaryosunu okurken de aslında ”Peri Gazozu”nu okursun. Bu işin yazma tarafı.
Oyunculukla ilgili de hekimliğimin ve psikolog olmamın getirdiği bir şey var. Oyunculuk eğitimi almadığım için bana birisi ”muhtarı oyna” dediği zaman elimde bir tek şeyim vardı: gözlemlerimden kalan hikayeler.
Mükemmellik diye bir şey yok. Kamera karşısına ilk kez kırk sekiz yaşında geçtim; ”Üç Maymun”da oynadım. İnsanların sinemadan ayrıldığı dönemde ben kameranın önüne geçtim. Bunu gecikmişlik olsun diye söylemiyorum. Bunu o yaşa kadar edinilmiş bir şans olarak görüyorum.
Şehir hayatı sizi hiç ezmiş gözükmüyor…
Hayat sana bir gerçeklik sunuyor: Kiranı zamanında öde, kredi kartı asgarini öde ya da şöyle yap, başarılı ol, çok kazan vs… Ama, sen itiraz ediyorsun; yazarak, oynayarak, film yaparak kendine ait başka bir dünya kuruyorsun, başka bir gerçek yaratıyorsun; ondan daha sahici.
Böylece, o gerçekliği kendi yazdıklarınızda berhava ediyorsunuz. Bu yüzden hayat karşısında yoruluyor, ama ezilmiyorsunuz.
Belki de hayatı o kadar ciddiye almamak lazım değil mi?
Tabii ki. ”O kadar” değil hiç ciddiye almamak lazım. (gülüşmeler) ama hayatın da esiri, kölesi olup ezilmemek lazım.
Balzac günde 50 fincan kahve içermiş, Stephan King 2000 kelime yazmadan günü bitirmezmiş, Schiller yakınında bir çekmece dolusu çürük elma tutarmış; çünkü elmaların çürüme kokusu uyarıcı etki yaparmış…Sizin yazmadan önceki ritüeliniz var mı?
Bizde de ona benzer bir örnek var: Attila İlhan her gün mutlaka bir sayfa yazarmış. Çok basit bir şey gibi gözüküyor ama bakar mısınız? her yıl -üç yüz elli sayfa gibi- ortalama bir romanınız oluyor. Basit gibi görünen güçlü ve iyi bir yöntem bence.
Ben biraz ilhamla gezen birisiyim ve geceleri yazıyorum, gündüz yazamıyorum belki de yaptığım işlerle ilgili olabilir. Bir şeyin sürekli olarak kafamda gezinmesi lazım. O, bazen bir hafta bazen on gün sürüyor. Bir metafor, bir kelime, bir mesele.
Mesela ”Ceket” diye bir şeye takılıyorum. Bir hafta o ceketle yatıp kalkıyorum. Babamın ceketi, ilkokuldaki ceket, ceketimin koluna sildiğim burnum, giydiğim ceketlerim, oğlumun ceketi, oğlumun ceketi ile benim ceketimin karışmaya başlaması. Büyümek bu mu acaba? Anladın mı? Bu metaforlar gibi. Ya da mühür. Ne var hayatımızdaki mühürlerden örnek? Nikah cüzdanındaki mühür, bir okul bitirdiğin zaman diplomana basılan mühür, baban öldükten sonra ölü defin raporunun altındaki mühür, adliye mührü, bir çocuğun hikayesinin altındaki mühür. Bu tür şeyler benimle epeyce geziyor, dolaşıyor. Anılarımın içinde geziniyorum. Onların birbiri içinde nasıl bu kadar bağlantılar kurduğunu farkedip şaşırıyorum. Sonra yavaş yavaş onlar anlatmaya başlıyor. Yazdıkça ilham veriyor.
Oynamak mı yazmak mı? Kendinizi hangisinde ifade ediyorsunuz?
Yazmak tek başınıza yaptığınız bir iş, oynamak da öyle ama oynamayı bir film setinde baştan sonra yönetmenin enstrümanı olarak yaparsınız. Ben doğaçlamalara açık bir adam olduğum için tekrarlarda yönetmene yeni şeyler sunarım ya da onun istediği gibi oynarım ama kendi düşündüğümü de söylerim. Doğallık daha güçlüdür. Biraz ona kendimi bırakırım. Yönetmeni o yöne de çekmeye çalışırım.
Ama yazmak; bir kalem var bir de kağıt var, bilgisayarınızın başındasınız. Çok yalnızsınız ve tek başınızasınız. O çok bireysel bir mücadele. Hem özgürsünüz, hem değilsiniz. İyisi ile kötüsü ile yazdığınız herşey sizin.
Her ikisi de neleri değiştirdi hayatınızda?
Tuhaf bir gündelik hayat var, ister istemez içinde yer aldığımız. İş, güç, mal, mülk, para, kariyer gibi kavramların olduğu gündelik hayat….Dışarıdaki tahammül edilemez bir hayat. İşte, bu hayata karşı tahammülümü arttırdı ikincisi de kendime olan öz saygımı. Bu çok önemli bir şey.
Şiir hayatınızın neresinde?
‘’Evvel Zaman’’ kitabım, 1985 yılında Keskin’de yazdığım bir şiirle başlıyor. Aslında ilk şiirle başladım yazmaya. Şiiri çok önemsedim, hep yazdım. Ama kitap olarak yayınlanmadı, sadece bazı dergilerde yayınlandı. ”Peri Gazozu”nun içinde de şiirler var; zaten metinlerindeki cümle yapısı çok benzer şiiirlere, devriktir.
Mısraların kendine ait bir müzikalitesi vardır. Benim metinlerimde de vardır bu. Okuyucuyu sıkmayan, yavaş yavaş taşıyan, sonra iyi finalize eden. Şiirde olması gereken bütün kurallar benim yazılarımda vardır ve bir şiiri nasıl kuruyorsam metinlerimi de öyle kurarım.
Bana göre şiir ilk değil en son ulaşılacak bir mertebedir. Şiiri çok önemsiyorum ve biraz bu yüzden cesaret edemiyorum şiirlerimle ortaya çıkmaya.
Zamanı çok iyi kullananlardan birisiniz. Yorulduğunuz bir an olmuyor mu ya da yeter dediğiniz?
Yeter demiyorum tabii ama yorulduğum anlar çok oluyor. Bu yüzden zamanı daha iyi kullanmam gerekiyor. Fiziken yoruluyorum. Uykumdan ve bazı işlerimden fedakarlık yapıyorum ve bu yüzden yoruluyorum doğrusu.
Rolünüzü içselleştiriyorsunuz. Oyunculukta o karaktere bürünüyorsunuz, sanki o mekanda yaşıyorsunuz?
Kabuki’de (Japon halk tiyatrosu) oyunculukla ilgili çok önemli bir kıstas var. ”İyi oynayabilmek için kendinizi dışarıdan seyredebilmeyi öğrenmelisiniz” diyor. Yani, oyuna başladığı zaman Ercan Kesal oturacak kamera arkasına ve muhtarı seyredecek. Kendine dışardan bakmayı becerebilirsen eğer, iyi oyunculuk çıkıyor. Oynadığım karakterde çok net biçimde kendimle bir mesafe kuruyorum, dışardan bakıyorum. Bir de ben oyunculuk eğitimi almadığım için formel kalıplarım yok. Profesyonel oyunculuğu, rol yapmayı bilmiyorum aslında. Bilmeye kalkışsam yapamayabilirim biliyor musun? Rol yapmaya başlarım bir süre sonra. Öğrenmeye karşıyım anlamında söylemiyorum ama oyunculuk kitabı okumak istemiyorum. Beni bozacakmış korkusundayım.
Çocukken sinema ile ilişkiniz ne durumdaydı?
1959 doğumluyum. Çocukluk dönemlerim 60’lı yıllar diyebiliriz. Kasaba çocuğuyum. Kasabada iki tane sinema vardı; biri kışlık – biri yazlık. O dönemde ne oynamışsa ”sinema hastası bir çocuk olarak” hep gittim.
Ve çok okuyan bir çocuk değil mi?
Evet tabii. Benim bütün hayatım kitaplar, onlar yüzünden yazabiliyorum. Onlardaki kahramanlar bana ilham veriyor, beni besliyor.
Peri gazozunu film olarak izleyebilecek miyiz?
Peri Gazozunun içerisinde çok fazla film hikayesi var. Bir tane film yok. Biliyorsun oradaki her yazının içerisinde iki – üç sinopsis var aslında.
Şu faşizm hikayesine bayılıyorum zaten… Yakın zamanda hangi işler var hayatınızda?
Bir senaryo yazdık Mahmut Fazıl Coşkun’la; o çekecek. Peri Gazozu ve Evvel Zamandan sonrası için düşündüğüm bir kitap var ve yazmaya devam ediyorum. Ondan sonra belki film olarak görebilirsiniz.
Bize kitap tavsiye eder misiniz?
Çok kitap önerebilirim. Bugünlerde bir kitap derseniz; edebiyatımızda Ahmet Hamdi Tanpınar’ın çok ihmal edildiğini, kıymetinin bilinmediğini düşünüyorum. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın – Huzur kitabını öneririm.
Hep masamın üzerinde duran bir kaç kitap da yabancılardan: Gabriel Garcia Marquez’in; Yüzyıllık Yalnızlık, Kırmızı Pazartesi, On iki Gezici Öykü.
Eduardo Galeano – Kucaklaşmanın Kitabı
Rafael Alberti – Yitik Koru
Gülistan Ertik
gulistan@mutlusonmedya.com