Teymur Ağalıoğlu
1953 Gürcistan doğumlu olan Teymur Ağalıoğlu, 1974-76 yılları arası Bakü Ezim Ezimzade Devlet Ressamlık Okulunda okudu. 1981’de Tiflis Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Resim Bölümü’nden mezun oldu. Mezuniyetinden sonra Tiflis ve Moskova’da sanatsal çalışmalarını devam ettirdi. 1995 yılından itibaren Türkiye’ye yerleşen sanatçı kendi atölyesinde dersler verdi, beş yıl boyunca da Nefertiti Sanat Galerisini işletti ve Güzel Sanatlar Fakülteleri sınavları için öğrenci yetiştirdi. Biri Hollanda’da olmak üzere 36 kişisel sergi gerçekleştiren sanatçı, yurt içinde ve yurt dışında birçok çalıştaylara davet edildi. Çok sayıda karma sergi ve sanat fuarlarına katıldı. İkisi de Amerika’da olmak üzere Uluslararası resim yarışmasından mansiyonları vardır. Sanatçının T.C. Kültür Bakanlığı, Ankara Resim Heykel Müzesi, Denizli Belediyesi, Alanya Müzesi, Malezya, Fransa, İngiltere, ABD, Avustralya, İsviçre, Hollanda ve Almanya’da özel koleksiyonlarda eserleri bulunmaktadır. Halen çalışmalarını Ankara’daki atölyesinde sürdürmektedir.
Bakü Ezim Ezimzade Devlet Güzel Sanatlar Fakültesi ve ardından Tiflis Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’ni bitirdiniz. Neden ikinci bir üniversite okuma gereği duydunuz?
Babam Ağali (Ağa Ali) ressamdı. Moskova Güzel Sanatlar Halk Üniversitesi’ni üçüncü sınıftan terk etmişti. Evde hep resim yapardı. Ben de üç kardeşten babamı devamlı izleyen tek çocuğuydum. Bir de sanatsal anlamda iyi bir kütüphaneye sahipti. Henüz ortaokuldayken bile o kitaplardan kopyalar yapardım. Masalları kendime göre yorumlardım. Lisede ressam olan öğretmenim Süleyman hocamdan üniversiteye girmek için özel dersler de aldım. Biz Gürcistan’da oturuyorduk. Akademi seviyesinde olan İnce Senet Üniversitesi’nin sınavlarına katılmak için Bakü’ye gittim. Yaklaşık on saat süren tren yolculuğum sırasında Azerbaycan’a geldiğimiz sırada bilet kontrol eden adam benim biletimin yanlış olduğunu söyleyip trenden indirdi. Ama keskin zekâm sayesinde o an aklıma gelen şeyi uyguladım. Resim çantamı trenin merdivenlerinin arasına sıkıştırdım. Kendim de kapısına asılarak, yarım saat boyunca yol gittim. Ama sigara içmeye çıkan bir askerin beni görmesiyle, içeri aldırtması bir oldu. Ölümden kurtuldum diyebilirim. O sınava ilk eleme için yetiştim. Fakat diğer katılımcılar Ezimzade’den mezun olanlardı. Bende onların yanında ne kadar zayıf kaldığımı gördüm. Zaten sınavı da kazanamadım. Bu durumun ardından, babamın Moskova’da dışarıdan okuduğu üniversiteye resimlerimi götürdüm ve kabul edildim. Bu arada zorunlu iki sene süren askerliğe gittim. Ama okumaya devam ettim. Aynı babam gibi ben de orayı bıraktım. Ezim Ezimzade’nin sınavlarına girdim ve bu sefer kazandım. (1974) İkinci sınıftayken, desen hocam desenlerimi çok beğendiği için akademi sınavlarına katılabileceğimi söyledi. İkinci sınıf yaz tatilinde Tiflis’te güzel sanatlar akademisi sınavlarına katıldım ve başarıyla kazandım. Orada beş yıl okuyup, 1981’de mezun oldum. Yani aslında üç üniversiteye gidip, birinden mezun oldum. Ama buradan mezun olmak için o yollardan geçmem şarttı. Toplamda dokuz yıllık bir sanat eğitimi de almış oldum.
Sovyetler Birliği’nin dağılma sürecinde siz de yeni mezun bir sanatçı adayı olarak hayatınızı nasıl idame ettirdiniz?
Bu arada Tiflis Güzel Sanatlar Akademisi’ni kazandığım sene, liseden sevdiğim kız olan ziraatçı Ana Hanım’la evlendim. Akademiyi bitirdiğimde üç kız, bir oğlum olmuştu. Bir yandan okurken, geceleri de asgari ücretle gece bekçiliği yapıyordum. Mezun olduktan sonra, Tiflis’teki karma sergilere katılmaya başladım. Bunlar Türkiye’nin sanat fuarı kapasitesinde olan sergilerdi. Kültür Bakanlığı isterse satın alırdı. Halka satış yasaktı. Kültür Bakanlığı ise alacağı resmi bilirkişilerin biçtiği fiyatla satın alırlardı. Yani resimden geçinemiyordum. Ben de aileden kalma on dört dönümlük arsada çiçekler yetiştirip, satıyordum. İki yıl ailemi böyle geçindirdim. Bu arada Gorbaçov başa geldikten sonra, resim satışını legal hale getirdi. Sipariş resimler de yapmaya başlamıştım.
1996’da Türkiye’ye bir daha geri dönmemek üzere geldiniz?
Evet, ilk olarak 1991’de tatil için İstanbul’a geldim. İstanbul’un doğal güzelliklerine hayran kaldım. Birkaç yıl buraya aralıklarla gidip geldim. Kişisel ve karma sergilerim oldu. İlk defa 1993’te Tüyap Fuarı’na katıldım. Böylece diğer Türk galerilerinin resimlerimi görme şansı oldu. 1996’da ailemi de Türkiye’ye çağırdım. Ankara’da da AKM’deki fuara katıldım. Orada Kale’deki Zenger Paşa Konağı’nın sahibi rahmetli Erkal Zenger ile tanıştık ve benim Ankara’ya gelmem gerektiğini söyledi. Ve böylece ailemle Ankara’ya yerleşmiş olduk.
Yağlı boyalarınızda genelde empresyonist etkiler görülüyor. Dolayısıyla atölyeniz doğa mı?
Aynen, kapalı ortamlar çocukluğumdan beri beni sıkar. Renkleri sadece doğada tam anlamıyla görebilirsiniz. Bakmak ve görmek farklı şeylerdir. Bir anımı anlatmak istiyorum; askerdeyken Moskova’daki Üniversite’ye yolladığım resimleri değerlendiren hocam, bana “renkleri daha göremiyorsun” demişti. Ve zamanla göreceğimi eklemişti. Ben, o yıllarda karı sadece beyaz olarak görüyordum. Şimdi neredeyse tüm renklerin karın içinde olduğunu söyleyebilirim. Türkiye’nin neredeyse her tarafını gezdim, gördüm ve çalıştım. Tabii ki, bu çalışmaları yaparken doğadaki objeleri değil, üzerlerine yansıyan ışığın oluşturduğu renklerin ritmini yakalamaya çalışıyorum ve bunlarla adeta dans ediyorum. Hatta İstanbul’daki bir sanat fuarında bir ressam yanıma gelip, “bu resimleri yaparken gerçekten bu kadar mutlu muydun?” diye sordu. Mutluluğumu hissettirebilmiş olmak, o an bana büyük bir haz verdi. Zaten ressamın da istediği şeylerden biri bu değil midir? Gerçek sanat görünen değil, o görüntünün arkasındaki samimiyettir aslında.
Sağlam bir anatomi bilginizin olduğu açık. Desen altyapısı olmayan resimleri maalesef çoğu alıcı göremiyor. Bu konudaki fikirleriniz?
Bu gerçekten çok önemli bir konudur. Bir örnek verecek olursam; Türkiye’de mimarisi güzel, dış cepheleri süslü evler var ama deprem olduğunda çöküyorlar. Çünkü temelleri sağlam değil. Her konuda olduğu gibi, temellendirilmemiş herhangi bir şey yok olmaya mahkûmdur. Anatomi, tüm sanat eğitimi veren üniversitelerde şarttır. Türkiye’de gördüğüm resim pek iç açıcı değil maalesef… Çoğunlukla koleksiyonerlerin kendilerini bu konuda yetiştiremediklerini görüyorum. Resim değil, imza alıyorlar. İleride ellerinden çıkartamayacaklar. Bir dönem galericilik yaparken, hayatta olmayan ünlü Türk ressamların resimlerini satmaya getiriyorlardı ve alıcı bulamıyorlardı. Yani her ünlü ressam, sanatçı olacak diye bir kaide yok. Reklam günümüzde sanat eserinin çok önüne geçmiştir. Bu arada şöyle bir durumu da yadsıyamayız; Van Gogh sağlığında sadece bir tane resim satmış. Döneminde çok iyi satan bir sürü ressamın hangisini tanıyoruz? Gerçek sanat; zaman ve mekânın dışındadır, onu sadece hissedebilirsiniz…