“Sanatçı; öğrendikçe daha çok kendine dönen ve yalnızlaşandır.”
Röportaj: Şule Özbahar
Halil Coşkun; 1963 yılında Divriği’de doğdu. 1985 yılında Gazi Üniversitesi Gazi Eğitim Fakültesi Resim Bölümünden mezun oldu. 1987-1990 yılları arasında Hacettepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Resim Ana sanat Dalında Yüksek Lisans Programını tamamladı. Bugüne kadar yirmi kişisel sergi açtı. 8.ve 12. Şefik Bursalı Resim Yarışması ödüllerinin sahibidir. Resmi ve özel koleksiyonlarda eserleri bulunan sanatçı halen çalışmalarına Ankara’da devam etmektedir.
Resmi yaşam biçimi olarak seçmenizdeki belirleyiciler nelerdir?
Ortaokul ve lise zamanlarında resim benim için büyük bir tutkuydu. Arkadaşlarım okul dışında futbol oynarlarken ben resim yapardım. Hayat mecmualarındaki röprodüksiyonları henüz ortaokulda iken kopyalardım. Ailem çalışmalarımı ilgi ile izlerdi. Bu tutkumu bildiği için babam bütün hayat mecmualarını alırdı. Lise son sınıfa geldiğimde resmin akademik eğitimini almaya karar verdim. O dönemlerde resim bölümüne girmek için hazırlık kursları yoktu ve ben bir yıl boyunca evde kendi kendime yine sevdiğim ressamların sevdiğim resimlerine kopyalayarak kendimi hazırladım. Gazide tek tercihim resimdi. Üçüncü sınıfa geldiğimizde bir hocanın atölyesini seçmemiz gerekiyordu. Ben Turan Erol’un atölyesini tercih ettim. Sonrasında resim, benim için vazgeçilmez bir tutkuya dönüştü. Okulun tatil olduğu zamanlarda bile atölyeyi bir grup arkadaşımla birlikte açtırırdık ve geç saatlere kadar çalışırdık. Mezuniyetimden sonra Rize’ye tayinim çıktı ve öğretmenliğe başladım. Fakat sanat ortamlarında olma isteğim daha ağır bastı ve istifa edip Ankara’ya geldim. Yüksek lisansımı da Hacettepe’de tamamladım. Eğitmenliğe tekrar başladım. Fakat Ankara’dan ayrılmamak kaydıyla. Atölyemi de burada kurdum ve halen çalışmalarımı sürdürmekteyim.
Halil Coşkun dendiğinde tek bir tema akla geliyor; güvercinler?
1986-87 yıllarında Ankara’da Sakarya caddesinde bol miktarda olan güvercinlere gözlerim çok takılıyordu. Onların kış soğuğunda pencerelerin önlerindeki duruşlarını leke olarak görmeye başladım. Hareketlerini insanların duruşlarına benzetiyordum. Güvercinlerin bu lekesel etkisi beni plastik olarak etkileyen bir unsurdur. Onları insan duruşlarına benzetmem ise sanki bilinçaltımın bana bir mesajı gibi geliyor. Bence sanatçıların tema olarak bazı obje ve figürleri seçmesindeki ana neden, kendilerinin dahi farkında olamadıkları içsel birikimleri sonucundaki tercihleridir.
Ana temanız olan güvercin ile deve dikenleri ve Osmanlı mezar taşlarını nasıl bir çözümleme düşüncesiyle bir araya getirdiniz?
Biraz önce de ifade ettiğim gibi bazı bilinmezlikler tuvalimde iç içe veya yan yana gelebiliyor. Deve dikenlerinin doğaya karşı sergilediği yalnız direnişi Osmanlı mezar taşlarında ve güvercinlerde de gördüm. Kendimce bu üçlüyü birleştirme gereği hissettim. Bellimi olur bir başka tema daha eklenebilir de.
Son yedi yıldır resimlerinizde kaligrafik öğeler görülüyor?
Evet. Bu durum El-cezire isimli 12.yy. da yaşamış, bugün dünyada sibernetiğin öncüsü olarak kabul edilen ve yaşadığı zamanda suyla çalışan otomatlar yapan bir mühendisin birebir basılan kitabı ile karşılaşmamla başladı. Kitabın sararmış sayfaları ve içindeki makine çizimleri beni resimlerimde yeni bir arayışa yöneltti. Güvercinlerle, Osmanlı mezar taşlarıyla, makine çizimleriyle ve yazıyı bir araya getirme fikri resimlerimin kaligrafik bir yöne gidişinde etkili oldu diyebilirim.
Sizce sanatçı duruşu nasıl olmalıdır?
Bu sorunun cevabını sanatçının üretim süreci aşamalarıyla açıklamaya çalışayım. Bir kere en başta yaptığın resmin felsefi anlamda sağlam bir içeriği olmalıdır. Bu; siyasetle, içinde yaşadığın topluma bakış açınla ve dünyaya karşı tavrınla oluşan bir endişe hali olmasını gerektiriyor. Bu kaygılarla resmin içini doldurmak, aleni, sloganlaşmış ve popüler hatta ucuz öğelerle olmaz. Damıtılmış ve sentezlenmiş bir birikimin estetik yansıması şeklinde olmalıdır. Mesele ne yaptığın değil, nasıl yaptığın olmalıdır. Sanatçı; öğrendikçe daha çok kendine dönen ve yalnızlaşandır. Taklide, öykünmeye kaçmadan kendin olabilmek. Resmi severek ve samimi olarak yapıyorsan resim seni olgunlaştırır, başkalaştırır. Maalesef resim piyasasında bir sürü yetenekli insan olmasına rağmen sanatçı misyonunu taşıyamamaktadırlar. Bence koleksiyoner ve galericilerin sanatçının resminin yanı sıra kişisel oluşum sürecini de yakından takip etmeleri gerekir. Resimdeki plastik dil sende olması gereken samimiyetle örtüşmelidir. İkisi birbirini besler, olgunlaştırır ve senin öz referansın haline gelir. İşte bu referans artık senin açık resim kimliğindir. Bu kimliği resimden anlayan herkes okur. Kaçış yoktur, yalan yoktur, kıvırma yoktur!