Çok yönlü sanat adamı olan Mehmet Güreli ile keyifli bir sohbet gerçekleştirdik.
Resimlerinizde çok az renk kullandığınızı görüyoruz…
Az malzemeyle çok iş yapmayı severim. Bir kavuniçi boya kullanıyorsam onun tüm nüanslarından yararlanmak isterim. Az renkle resim yapmak başka bir duygu veriyor insana. Bunları çok fazla hesaplamıyorum aslına bakarsanız. Özel bir nedene dayanmıyor, hoşuma gittiği için yapıyorum; sonra birisi geliyor bana diyor ki ’’bu bir üsluptur.’’ Sonra o bir üslup haline geliyor. Mesela Honoré Daumier’in resimlerinde de az renk vardır. O da az renkle bir şeyler anlatmak ister.
Resimlerinizin fiyatlarını herkes edinsin diye çok düşük tutuyorsunuz, bunun özel bir nedeni var mı?
Resimlerin insanların evinde olmasını istiyorum, o yüzden fiyatları çok uygun. Çizgimi değiştirmemeye çalışıyorum. Herkesin yatırım amacı olarak gördüğü parayı ben kullanım aracı olarak görüyorum. Yetecek kadar bir şeyimin olması iyi geliyor bana. Kitap, boya, cd alabileyim yeter.
Yapmış olduğunuz müzikte farklı tınılar mevcut. Caz, blues, rock gibi…
İçimden ne geliyorsa onu yapıyorum. Bazı enstrümanlarla bazı insanlar katılıyor, onların tarzları da giriyor albümün içine. Albümlerimin kendi başına tek bir tarzı yok. Şarkılarımda da hiçbir zaman sadece caz müziği yapmaya kalkmadım. Cazı da dinlerim ama, tür olarak dinlemem seçtiğim cazcıları dinlerim. Bill Evans, Duke Ellington, Ray Charles mesela. Senfonik rock olarak başladığım şarkılar, sonrasında senfonik balad ve ardından caza dönüşüyor.
Hüzün duygusu şarkılarınızın ayrılmaz bir parçası mı her zaman?
Hüzün bir şarkının, öykünün, resmin içinde geliyor. Mesela bir Rum kızı vardı Cihangir’de çocukluğumda izlerdim, hayal ederdim. Sonra kaybolup gitti. Ben Görkem Yeltan’a anlatmıştım bu hikayeyi. O da üstüne şarkı sözü yazdı ve Mary diye bir şarkı çıktı ortaya. Ben şarkıyı çalarken birden bire stüdyoda ağlamaya başladım, söyleyemeyeceğim dememe rağmen stüdyodan beni çıkartmadılar ve tekrar söylettiler. Ağladığım şey sadece Mary değildi aslında, bütün o toplamın kendisiydi. Bunun içine Van Gogh’un resim satamaması da giriyordu, arkadaş kayıpları da. Hayat hüzünle mizah arasında akıp giden bir sal gibi. Bizim de her an o saldan düşme ihtimalimiz var.
Sinemaya gelirsek… Sinema sizin için ne ifade ediyor?
Bir defterim var, içinde altmış yedi filmin taslakları duruyor. Bunu söylediğimde şaka yapıyorum zannettiler. Film çekmek kolay iş değil. Bir tane film yapıyorsun o film senin beş seneni alıyor. 18 dakikalık bir film beş senemi almıştır benim. Borç harçla zar zor bitti. Canım çıktı açıkçası. Kendime ait bir film projem var mesela, ama onu bitiremediğim için diğerlerine geçemiyorum.
’’Bıraksalar durdurmak zor beni, durmayı bilmiyorum’’
Peyami Safa’nın romanından uyarlanan “Gölge” adlı uzun metrajlı bir filminiz var. Bu filmde hangi sanat anlayışından etkilendiniz?
Bir dönem çok ünlü olan Film Noir (kara film) akımını bilirsiniz. Gölge’yi kara film özelliklerine uygun olarak çektim. Hatta bununla ilgili çok komik bir olay yaşandı. Antalya Film Festivali’nde film gösterimi sonrasında basına fotoğraf veriyorduk. Bir kadın kalktı ve ’’filminizde bu kadar ensest ilişki var, cinayetler var, uyuşturucu ve aldatmalar var biz bu filmi çocuklarımıza nasıl göstereceğiz?’’ dedi. ‘’Bakın hanımefendi, ben çocukluğumdan beri insanın okumaması gereken ne varsa okudum ve izledim ama çok iyi bir adamım’’ diye cevap verdim. Salonda kahkaha koptu. Kadın da bana teşekkür edip yerine oturdu. Kötü bir şey yapınca ve seyredince kötü bir şey olacak zannediyorlar. Halbuki insanları bu tür dehlizlere sokarak ‘’bak hayatta bu tür tuzaklar da var’’ demiş oluyoruz.
Sanatın her dalıyla nasıl bu kadar içli dışlı hale geldiniz?
Kendimi bildim bileli böyle bir adamım ben. Hatta 10 yaşında film yönetmeni olmaya karar verip, 11 yaşında yönetmenler defteri tutmaya başlamıştım. Görenler yazının benim olduğuna inanmazdı. İzlediğim filmleri yazmıştım. Aileden gelen birikimler de var tabii. Babam ve abim ressam, dayım yazardı. Evin içinde hep sanat konuşulurdu. Babam borç para alıp 19 yaşındayken Louvre’u ziyaret etmem için beni Paris’e gönderdi. Gitarımı alıp Paris’e gittim ve Louvre’u gezdim. Bir sinema salonuna dalıp Easy Rider’ı izlemiştim. Hiç unutamayacağım bir anıydı, bir sergi kataloğunda da yazmıştım bunu.
Bu kadar farklı alanda üretim yaparken sürekliliği nasıl sağlıyorsunuz?
Her sene sergi açıyorum, beş senede bir albüm yapıyorum. İnsanlara süreklilik veriyorum. Bıraksalar durdurmak zor beni, durmayı bilmiyorum. Yapacağım çok şeye başlamadım bile.
Kitaplar
Sıcak bir göz (1985)
Alope’nin odası (1993)
Hayaller ve Sokaklar (2009)
Bedrufi’nin Nefesi (2015)
Albümler
Vapurlar/ Blues (1988)
Cihangir’de Bir Gece ( 1995)
Yağmur ( 1999)
Odamda Yolculuk (2002)
İplerin Kopuşu (2007)
Kimse Bilmez (2010)
Filmler
Vapurlar (belgesel) (1986)
Bir oyuncunun Portresi: Necdet Mahfi Ayral ( belgesel, 2003)
İstanbul’a yolculuk (Belgesel, 2006)
Gölge (ilk uzun metrajlı) 2008
Okuyucuya not: Mehmet Güreli’nin yeni sergisi ‘’Film Noir’’ 11 Şubat – 11 Mart tarihleri arasında The Marmara Pera Galerisi’nde izlenebilir.
Gülistan Ertik – Yörükhan Ünal