Mustafa Albayrak,
1971 Erzurum İspir’de doğdu. 1999’da Atatürk Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nden mezun oldu. 1997’de Erzurum’da bir ilk olan Rönesans Sanatevi’ni kurdu. 2004’te İstanbul’a yerleşti. 2006’da İstanbul Beyoğlu’nda atölye çalışmalarına başladı. 2010’dan beri Greyart adını verdiği atölyesinde çalışmalarını yürütmektedir. 1995-2018 yılları arasında yirmi iki kişisel sergi açmış, çok sayıda karma sergi ve etkinliğe katılmıştır. Toplam on iki adet ödül almıştır. Üretmiş olduğu birçok eseri kamu, özel ve yurtdışı koleksiyonlarında yer almaktadır. Halen çalışmalarını İstanbul’da sürdürmektedir.
Söyleşi: Şule Özbahar – sule@suleozbahar.com
Erzurum Atatürk Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Resim Bölümü öncesi sanatla olan iletişiminiz nasıl oluştu?
Erzurum’un İspir kazasında doğdum. Büyük şehirlerdeki gibi sanata dair etkileneceğim pek bir olgunun olmadığı bir ortamdı. Beni resim yapmaya yönelten ilk kişi annemdi. Annem Safiye Hanım; bir zamanlar köy, şimdilerde mahalle olan Gaziler’de çevremizin çanak-çömlek işlerini yapardı. Ablalarımla birlikte, o çamurları kıvamına getirmek için ayaklarımızla ezdiğimizi hatırlıyorum. Bu aşama sonrası, güveçler pişmeye hazırlanırken yüzeyi parlatma işlemi için goğuşlama işlemini de yapardık. Aslında annemin de yeteneğini aldığı asıl kaynak Ali dedemdi. Kendisi bulunduğumuz bölgenin bugün düşündüğümde mucidi idi. O zamanlar, bozulan her tür teknik aracı tamir ederdi. Çeşitli malzemeleri birleştirip yeni buluşlar yapardı. Bir keresinde şişeyi kesip fenere çevirdiğini hatırlıyorum. İleriki yaşlarımda Mehmet Ali dayımla da yöredeki ihtiyaçlarımıza göre çeşitli işleri birlikte yapardık. Çamurdan evler yapardım. Büyük abiler kıskanıp bozarlardı, ben de çok üzülürdüm. Ama yılmayıp tekrar tekrar yinelerdim. Resim yeteneğim ise ilkokul birinci sınıfta öğretmenim Emsile Albayrak tarafından fark edildi. Resim yapma sevgim de böylece başladı. Lise dönemlerimde ise resim yapma sevdam diğer tüm derslerin önüne geçti ve zorlu bir lise dönemi yaşadım. Beş yıllık ilkokulu altı yılda, üç yıllık ortaokulu dört yılda, üç yıllık liseyi de altı yılda bitirme başarısını gösterdim. Yani on bir yıllık eğitimimi tam on altı yılda bitirmiş oldum. Şu anda bir eğitimci gözü ile geçmişe dönüp baktığımda aslında tüm bu kayıp yıllarımın yanlış eğitim sisteminden kaynaklandığını düşünüyorum. Babam ben on üç yaşında iken vefat ettiği için bir yandan aileme maddi destek de sağlamaya çalışıyordum. Üniversiteye ise liseden mezun olduktan üç yıl sonra girdim. Bu arada 1994’te üniversite öncesi evlendim. Ek kontenjandan girdiğim Atatürk Üniversitesi G.S.F. Resim Bölümünden şimdi üç çocuğumun annesi olan eşim Selvi’nin de desteği ile fakülte birincisi olarak mezun oldum. (Prof. Erol Kılıç Atölyesi)
Üniversitede okurken aynı zamanda “Rönesans Sanat Evi” ni kurdunuz?
Yukarıda belirttiğim gibi aileme ve kendime maddi destekte bulunmam gerekiyordu. Lise yıllarımda da İstanbul’a gidip inşaatlarda çalışıyordum. Üniversite ile birlikte bu durumun yerini sanat aldı. Atatürk Üniversitesi G.S.F. Resim Bölümünün ikinci dönem mezunuyum. Bu aynı zamanda şu anlama geliyor; Erzurum’da sanat ortamı veya sanatçı atölyeleri yoktu. Bu da bir anlamda benim için bir imkândı. Sınıf arkadaşım Tolga Boztoprak ile ilk atölyemizi kurduk ve bir yıl sonra ayrıldık. Üniversiteye hazırlık dersleri vermeye başladık. Henüz ikinci sınıfta olduğumuz için kendimizi de geliştiriyorduk. Bir öğrenci için iyi de para kazanmıştım. Rönesans Sanat Evi zamanla kurs niteliğini geride bırakarak kişisel çalışmalarımı yaptığım atölyeme dönüşmüştü. Ta ki Erzurum’a sığamaz olduğum 2004 yılına kadar.
Fakülte dönemlerinizde medyaya yansıyan sanat adına enteresan haberleriniz de bulunuyor?
Evet, çok başarılı ve keyifli bir sanat eğitimi aldım. Erzurum’da 1999’da ilk kişisel sergimi “Yeni Çizgi” ismi ile açtım. Sonrasında Tolga ile klasik sanat mekânlarının dışında etkinlikler yaptık. Bunlardan birincisi, fakültede çizmiş olduğumuz desenlerimizle Erzurum’un en merkezi yeri olan Cumhuriyet Caddesinde bir ilke imza atarak sokak sergisi açtık. Sergimiz medyaya maalesef “Sanata Zabıta Engeli” başlıklı bir yazı ile yansıdı. Kısa süren sergimiz izin aldığımız halde engellendi. Çünkü desenlerimiz müstehcen bulundu. Hâlbuki desenlerimiz şortlu ve atletli idi. Sonrasında Palandöken Dağı’nın zirvesine, bizim için de, bölge için de yine bir ilk olan “Land Art” yaptık. Kar üzerine toz boyaları çuvallarla dökerek yaklaşık 300 metre uzunluğunda bir sigara yaptık, üzerine de çarpı işareti koyduk. Bununla birlikte desenlerimizi de sergiledik. Şehirden rahatlıkla görülebiliyordu. Basın, buna da “Protestolarını Dağlara Çizdiler” başlığı attı. Tolga’nın memleketi olan Sarıkamış’a giderek kayak pistinde bu kez desenlerimizi ağaçlara bağlayarak orman sergisi yaptık. Benim için en önemlisi, bu sürecin tetikleyicisi olan 1998 yılında, şimdi fakültemizin dekanlığını yapan Prof. Mustafa Bulat’ın önderliğinde düzenlenmiş olan kar festivalinde üç kişilik ekibin (Mustafa Durmuş, Yıldız Yardım) başı olarak yaptığımız anıtsal “Nene Hatun” heykelimiz ile birincilik almıştık. Tüm bu etkinliklerimin arasında, 2004’ de İstanbul’a gelmeden önce Erzurum’da on kişisel sergimi gerçekleştirmiş ve aynı Van Gogh gibi sıfır satış ile Erzurum sayfasını kapatmış oldum.
Çalışmalarınızı genel olarak günümüz kent insanının önemli bir sorunu olan “zaman kavramı” ile kurguluyorsunuz. Tin ve beden diyalektiği ile hız ve devinim olgusunu biraz açar mısınız?
Ben sanatçının yaşadığı topraklardan ve toplumdan etkilenen ve beslenen bir birey olması gerektiğine inananlardanım. Fakülte yıllarımdan yola çıkarsak, yöresel nesneleri kullanarak başladığım natürmortlarımın zaman ve mekan kavramını sorguladığım, kısmen sürreal diyebileceğimiz bir seri resim ile 2001’de İstanbul sanat piyasasını gördükten sonra, bu tavrıma nokta koydum. Erzurum dışında ilk kez 2011 yılında İstanbul Tekel Sanat Galerisi’nde yaptığım sergi ile şansıma TÜYAP Sanat Fuarı ve İstanbul Sanat Bienali’ne denk gelmiştim. Tüm bunları izlerken aynı zamanda kendimle yüzleşmeye başladım. Ardından gelen askerlik süreci ile (8 aylık) bolca düşünme, eskiz yapma ve okuma fırsatı buldum. Bu süreçten sonra halen devam etmekte olan tavrım ve tarzımın ilk denemelerini yapmaya başladım. Aslında önceki üslubumdan çok keskin bir çizgi ile ayrılmış gibi görülse de, temelde ikisi de felsefi olarak zaman kavramı üzerinden gitmektedir. 2004’te yerleştiğim İstanbul’da, 2006 yılında Taksim’de bir atölye kurarak sanat hayatıma hep hayalini kurduğum İstanbul’da devam etmeye başladım. Erzurum’da yaşarken oranın kültüründen besleniyordum. Taksim’de atölye kurduğumda ise, İstiklal Caddesi’nin yoğun insan trafiğinden de etkilenmemem düşünülemezdi. Önceki resimlerimdeki durağan zaman kavramını figürle birlikte harekete dönüştürerek zamanı, ‘beni’ de içerisine alarak, daha yaşamsı bir olguya dönüştürmüş oldum. Kent yaşamı içerisinde, insanların birbirinden ne kadar kopuk olduğu, günlük yaşamın koşturmacası içerisinde bireyin kendisinden bile habersiz yaşadığı günümüz dünyası, çalışmalarımın temel kurgusunu oluşturur. Teknolojinin artması ve kapitalist sistemin hayatımıza girmesi ile bireyin yalnızlaşma ve kimliksizleşme durumu kendini daha çok göstermektedir. Figür resmi yaparken diğer figür ressamlarının aksine zamanın görünen kısmını tekrarlarla dondurup, izleyiciye sunuyorum. Plastik olarak transparan etkilerin öne çıkması, parçalanmış bedenler, hareket eden mekanlar gri tonlar içerisinde yağmurun yağmasıyla da insanların hareketinin artması ve şemsiyelerin de bu atmosfere canlılık getirmesi resimlerimin temelini oluşturur.
Resim dışında fotoğraf ve üç boyutlu çalışmalarınız da var?
2002’den beri aynı tavır içinde devam ediyor gözüksem de, aynı konsept içerisinde deneysel çalışmalarda yapan biriyim. Boya resimlerimde işlediğim zaman kavramı, zamanın sembolü olan masa saatleri ve duvar saatleri ile kurgulayıp çektiğim ve resimlerimin dilini oluşturduğum fotoğraflarla bütünleştiriyorum. 2012’den itibaren başlayan bu süreç, bende zaman kavramı etkisini bırakan nesneler olan saatler, eski siyah beyaz fotoğraflar, eski çerçeveler, eski tansiyon aletleri, eski ayna çerçeveleri ve proje halinde olan ve uygulamayı gerçekleştirmediğim eski arabalar ve eskiye dair bende zaman olgusu izlerini taşıyan her tür nesneyi sanatımın bir parçası olarak hayata geçiriyorum.
Eyüpsultan Alibeyköy Anadolu Lisesi’nde görsel sanatlar öğretmenisiniz?
1999 yılında Erzurum’da başlayıp, dört yıl süren resim öğretmenliği sürecim 2004’ten beri Alibeyköy Anadolu Lisesi’nde devam etmektedir. Öğrencilerime resim dersinin dışında, kendilerini hangi branşa hazırlarlarsa hazırlasınlar sanattan kopmamaları için yaşadıkları şehrin tarihini, müzelerini, sanat galerilerini ve sanatçı atölyelerini incelemeleri için yönlendirerek, keşfetmelerini sağlıyorum. Ayrıca içlerinden gerçekten çok yetenekli olup, ya kendini keşfedememiş ya da yanlış yönlendirme sonucu Anadolu Lisesi’ne gelmiş olan öğrencileri bir şekilde, kendilerine kendilerini tanıtarak ve yeteneklerini fark ettirerek güzel sanatlar fakültelerine yönlendirmeye çalışıyorum. Bunların içerisinde aktif olarak sanat hayatında olan veya meslektaşlarım olanlar da mevcuttur. Halen çalışmalarımı yürütmekte olduğum 2010 yılında kurduğum ‘Greyart’ adı altında olan atölyemde hem yetenekli öğrencilerime ders vermekteyim, hem de aynı tarihten itibaren TÜYAP Sanat Fuarı’na grup olarak düzenli bir şekilde katılmaktayız.
Gerçekleştirmeyi düşündüğünüz projeleriniz?
Art Ankara Sanat Fuarı’na da katıldığım galeri olan Armoni Sanat Galerisi’nin yeni nesil galerisi olan Platform A’da 28 Nisan’da, yirmiüçüncü kişisel sergim olacak. Bu serginin benim için önemi ise; boya resimlerim ile birlikte son dönem üç boyutlu olan işlerimi de daha kapsamlı olarak birlikte sergileyeceğim olması. Çok sayıda yurt dışı teklifleri oluyor. Fakat gönlümden geçen özellikle son dönem çalışmalarımla birlikte galeri durumu ve şartların örtüşmesidir. Sanat vazgeçilmezim ve nefes alma alanım. Greyart ise, hayatımın büyük bir bölümünü geçirdiğim, düşlerimi yaşattığım ve en çok mutlu olduğum yerdir.