RÖPORTAJ: ŞULE ÖZBAHAR
Necmettin Yağcı,
1956’da Mardin’de doğdu. 1982’de Gazi Yüksek Öğretmen Okulu Resim-İş Bölümü Heykel Ana Sanat dalından mezun oldu. 1986’da Gazi Üniversitesi Gazi Eğitim Fakültesi Resim-İş Bölümünde Öğretim Görevlisi olarak göreve başladı. 1997 yılında Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsünde “Heykel Sanatında Organik Formlar ve Biçimlendirmeler” tezi ile sanatta yüksek lisans programını tamamladı. Sanatta yeterlilikte 1960’tan günümüze Malzeme-Form-İfade bağlamında Türk heykel sanatında figüratif uygulamalar” araştırması ile tez çalışmasını sürdürdü.
Necmettin Yağcı 3’ü yurt dışında 51’i yurt içinde olmak üzere 54 adet açık alan heykel ve anıt uygulaması bulunmaktadır. 300’den fazla karma ve grup sergisine katılımı bulunan sanatçının 12 kişisel sergisi bulunmaktadır. Çeşitli kurum ve kuruluştan toplam 10 ödül alan sanatçı halen Gazi Üniversitesi Gazi Eğitim Fakültesi Resim-İş Bölümü heykel atölyesinde öğretim görevlisi olarak çalışmaktadır.
Mardin’den Gazi Eğitim’e uzanan özgeçmişinizi kısaca anlatır mısınız?
Mardin’de doğdum ve ilkokulu bitirene kadar da orada kaldım. Mardin şehir olarak, mimarisi ve kültürü ile şu anda da popülerliğini yitirmemiş antik bir kenttir. Evlerdeki mimari özellikler içerisinde kabartmalar ve motiflerle lirik bir atmosfer oluşturur. Bizler böylesi güzel bir kentte yaşayınca, bir şekilde sanata da bulaşmış oluyoruz. Aile içerisinde sanatı bir uğraş alanı olarak seçen bireyler olunca, diğer bireyler de dolaylı olarak etkilenmiş oluyor. Annem, abilerim ve kardeşlerimin tümü sanatın bir dalı ile profesyonel olarak ilgilenmektedirler. Ailecek İstanbul’a yerleştik. Orta ve lise eğitimimi Kartal’da tamamladım. Mardin’deyken yontuya çok meraklıydım. Ailecek baba mesleği olan sabunculuk ile uğraşırken sabundan küçük heykeller yapardım. Birgün taş yontu yapan bir ustanın yanına gidip onu izlemeye başladım. Elindeki taraklı aletle taşa nasıl şekil verdiğini izlemeye başladım. Herhalde çok fazla başında dikilmişim ki usta dönüp bana “de get lo” dedi. Amcanın konsantrasyonunu bozmuşum. Sıksık bu tip yontu yapan ustaları gözlemledim. Sabun kestiğimiz bıçaklarla sabun kalıplarına vurarak heykeller yapmaya çalışıyordum. Aşağı yukarı ailenin tüm bireyleri bu serüveni yaşadı. İstanbul’a geldiğimizde ben gündüzleri un fabrikasında çalışıp, akşam okula gidiyordum. Haftasonları abim ve kardeşlerimle ya sergilere ya da sinema, tiyatro gibi sanat etkinliklerine katılırdık. Kartal Akşam Ticaret Lisesi’ni bitirdikten sonra 1978’de Gazi Yüksek Öğretmen Okulu Resim-İş Bölümü yetenek sınavlarına girdim ve kazandım. 1980 öncesi ülkedeki siyasi ve ekonomik durum Gazi’yi de haliyle sarsıyordu. Bir yıl hiç okula gidemedik. O yıl İstanbul’da resssam olan abim Hıdır Yağcı ve yine ressam olan kardeşim Ali Yağcı ile birlikte resim çalışmalarına katıldım. Gazi Yüksek Öğretmen Okulu öğrencileri olarak, 1979 yılında hızlandırılmış eğitime tabi tutulduk. 1980’e kadar süren bu süreçte iki sınıf birden geçmiş olduk. 1980 Eylül ayında üçüncü sınıftan heykel bölümünü seçtim.
Gazi’de ilk heykel bölümü mezunlarındansınız?
Evet. Bizden önce grafik ve resim atölyesi seçimleri vardı. Bu dönem Gazi Eğitim 4 yıla çıkarıldı ve biz aynı zamanda ilk 4 yıllık okul okuyan öğrencilerdik. 3. sınıfta heykel, resim, grafik, seramik, özgün baskı ve endüstriyel tasarım gibi seçenekler içerisinden seçmemiz gerekiyordu. Resim hocaları Veysel Günay ve Nihat Kahraman benim resim atölyesini seçmemi önerdiler. Heykel bölümünde de İnci Aral ve Remzi Savaş hocalarımız vardı. O da benim heykelde iyi olduğumu ve bölümü seçmem gerektiğini önerdi. O dönemde bütün aile bireylerinin resimle uğraşmaları benim farklı olmak adına heykeli seçmeme neden oldu. Çocukluğumdan beri yontu sanatına düşkündüm. Heykeli seçme nedenim, ona dokunabildiğim içindir. Gazi Eğitim o döneme kadar değerli sanatçı ve öğretmenler yetiştirmiş Türkiye’nin önemli sanat eğitimi kurumlarından biridir. Bizler de çok şanslı bir nesildik. Farklı disiplinlerden eğitim alarak, kendimizi geliştirmeye çalıştık. 1982’de mezun olduktan sonra, İstanbul’a yerleştim ve kendime ait bir atölye açtım. Resim ve heykel çalışmaları yaptım. 1986’da Gazi Eğitim Resim Bölümü Heykel Atölye hocası olarak Ankara’ya geri döndüm. O zamandan şimdiye kadar görevimi sürdürüyorum.
Heykellerinizde genelde figür ağırlıklı soyutlamalar görülüyor. Aynı zamanda farklı teknik ve malzemeleri de bir arada kullanıyorsunuz?
– Evet, doğru. Öğrencilik yıllarımdan bu yana ağırlıklı olarak figure etütleri ve sonrasında soyutlamaları yaptım. 1980’li ve 90’lı yıllar daha doğacı bir yaklaşıma sahipken, 2000’li yıllarda postmodern bir yaklaşımla figürlerimi biçimlendirmeye çalıştım. Arada çeşitli hazır nesneleri kullanarak yerleştirmeler de yaptım. Bu dönemlerde yaptığım heykellerde renk de kullanmaya başladım. Büyük boyutlu çalışmalar da yaptım. Malzeme çeşitliliğine önem verdim. Tekniğimi olabildiğince geliştirdim. 1990’lı yıllarda sadece polyester ve bronz döküm yaparken son yılarda pişmiş toprak, metal levha ve metal çubuğun yanı sıra alüminyum dökümden oluşan bir dizi heykeller de üretmeye başladım.
Bugüne kadar açtığınız sergilerde tüm temalarınız insana dair. Son dönem çalışmalarınızda kadın figürlerine ağırlık verdiğiniz görülüyor?
Toplumsal yaşamın en önemli aktörü insandır. İnsana dair ilişkiler, aşklar, toplumsal meseleler ve endişeler. Daha önce açtığım üç sergimin adı ilişkilerdi. Burada insanların birbirleriyle olan diyalogları, hayvanlarla ve doğayla olan bağlantılarını konsept olarak seçtim. Son sergimin adı “ve kadınlar” idi. Burada kadına uygulanan her türlü şiddeti betimledim. Çalışmalarımda kadınların her türlü acı duygularını formlara dönüştürdüm. Tüm dünyada kadına yönelik malesef fiziki ve duygusal şiddet halen uygulanmaktadır. Özellikle ülkemizde feodal ilişkilerin hüküm sürdüğü bölgelerde töre ismi altında kız çocukları ve kadınlara her türlü şiddet uygulanıyor. Üstelik bu şiddeti uygulayanların eğitim durumları, düşünülenin aksine cahil olmayan kesimde de yüksek seviyelerde. Bir sanatçı gözüyle bu duruma dikkat çekmek amacıyla bu sergimi gerçekleştirdim.
Medyadan bildiğim kadarıyla sizin de birkaç tane anıtınız vandalistler tarafından tahrip edildi ya da kaldırıldı. Bunlara nasıl tepki verdiniz?
– Sözkonusu insansa herşey beklenir. Doğayı mahveden ve ona saygısızca davranan bir varlıktır insanoğlu. Kendine ve kendi ırkına zarar vermenin yanısıra, kendi ürettiği nesnelere ve sanat eserlerine de zarar verebiliyor. Kimisi onun duygu ve düşüncelerine hitap etmediği için, kimisi ise tamamen kendi psikolojik hastalığından ötürü zarar verir. Son yıllarda bazı kişi veya kurumların siyasi düşünce yapısına uymayan heykel ve resimlere saldırması moda olmuş durumda. Ben de bu anlamda eseri kaldırılan, tahrip edilen ve de yasaklanan sanatçılardan biriyim malesef. 1999 yılında Kanuni Sultan Süleyman Heykeli (Marmaris), “Yunanlılara ayıp olur” diyerek kaldırıldı. Hikayesi şöyle; Osmanlının kuruluş yıldönümü nedeni ile Marmaris’e Kanuni Sultan Süleyman heykeli yaptırıldı. Heykeli ağustosun başında Marmaris’e yolladım. 17 Ağustos depremi olunca Yunanlılar doğal olarak Türkiye’ye insani yardımda bulundu. O dönemin Dışişleri Bakanı, o heykeli kaldırın dedi. Heykel altı yıl boyunca depoda bekletilip, sonra da bir hurdacıya satıldı. Hurdacı insan adammış ki, bu heykeli Beldibi Belediyesi’ne vermiş ve heykeli belediye, Yunanlı dostlarımızın göremeyeceği bir köşeye yerleştirmiş. İkinci vaka; Mardin’de ekmek tutan bir el heykeli (Fırın emekçileri heykeli) görsel kirlilik yaratıyor diye, valilik tarafından 2000 polisle kaldırılmak istendi. Anıtı yaptıran kurum, heykeli zarar vermeden biz kaldırırız demiş ve kaldırmış. Valinin esas gerekçesi ise; ekmeğin sol el ile tutulmasıymış. Yani sol propagandasıymış. Üçüncü vaka ise; ünlü atletimiz Süreyya Ayhan’ın heykelinin Çankırı’dan belediye tarafından kaldırılması. Gerekçe ise heykelin polyester döküm olması nedeniyle hava şartlarından kaynaklanan tahribat nedeni ile. Ben kendilerine bunları onarabileceğimi söylediğim halde isteğim geri çevrildi. Sporcu forması, atlet ve şorttan oluşur. Bu da onlara müstehcen geldi sanırım. Bunların dışında birçok büst ve büyük figürlü heykellerim de saldırılara uğradı veya çalındı. Çünkü bronz dökümlüleri eritip, hurdacılara satıyorlar. Sözün kısası vandalism sadece fiziki saldırı değildir. Tümden sanat eserini yasaklamak vandalizmin ta kendisidir.
Türkiye’de açık alan heykel ve anıtlar yapan az sayıda heykeltraşlardan birisisiniz. Yurtiçi ve yurtdışında 54 tane heykel ve anıt uygulamalarınız var. Sanırım anıt açılışlarında ülkemize has bir vaka olan sanatçının isminin anılmaması durumu ile ilgili görüşleriniz?
– Evet. Benim en çok yakındığım bir durum tespitidir bu. Türkiye’de anıtlar; yarışma, doğrudan sipariş ve teklif alma usulüyle yapılmaktadır. İşin içine yatırımcı kurum ve sanatçının yanısıra, yüklenici firma adı altında aracılar da bulunmak zorunda. Bu şekilde olunca sanatçının ismi es geçiliyor. Basın, anıt açılışını yayınlarken, açılışı yapan politikacı, bürokrat ve yaptırımcı kurumu belirtir. Ama sanatçısını unutur.
Peki, yurtdışındaki çalışmalarınızda nasıl sorunsuzluklar yaşadınız?
– Evet, gerçekten de sorunsuz çalıştığım ve teslim ettiğim ilk yurtdışı heykelim 1999’da yaptığım soyut bir formdu. New York’da bir mimarlık şirketinin ön bahçesine yerleştirildi. Şirket yöneticisi 1998’de Paris’te katıldığım bir karma sergideki heykelimi beğenerek, büyüğünü talep etmişti. 2 m’ye büyütüp, bronz dökümünü yaptım. Sonraki çalışmam Kanada’nın Toronto kentinde dünya kültür, bilim ve sanat adamlarının heykellerinin bulunduğu bir parkta Türkiye’den Yunus Emre büstünün yollanmasını istediler. Kültür ve Turizm Bakanlığı bu büstü benim yapmamı istedi. Yapıp gönderdik. 2012 yılında Türk Dışişleri Bakanlığı Kanada’nın Ottawa kentinde şehit edilen diplomatımız Atilla Altıkat için bir anıt yapılmasını istedi. Sanatçı olarak davet edildim. Sanatçı arkadaşım Azimet Karaman ile projemizi sunduk. Kabul edildi ve uygulaması yapıldı. Şu an Dünya Şehit Diplomatlar Anıtı diye isimlendirilen bu eser, Birleşmiş Milletler tarafından bu amaçla yapılan ilk anıt olma özelliğini taşımaktadır.
36 yıllık deneyimli bir eğitimci olarak sanat eğitimi müfredatının değiştirilmesi ile ilgili görüşleriniz nelerdir?
– Bizde çok güzel deyimler vardır. Bunlarda en beğendiklerimden “Ağaç yaşken eğilir.” özdeyişidir. İlköğretim ve ortaöğretimde sanat ders saatlerinin azaltılması veya seçmeli olması, sanatın diğer tüm alanlara olan katkısını gözardı etmektir. Dolayısıyla bu alanda eğitim görmek isteyen öğrencilerin de altyapılarının oluşumunda derin bir yara açar. Güzel sanatlar eğitimi veren kurumlarda uygulamalı atölye derslerinin azaltılması, öğrencinin pratik yapmasını sekteye uğratır. Ayrıca bazı teorik veya uygulamalı dersleri de tamamen kaldırılmıştır. Üniversitelerdeki programları, ilgili bölümler yapmakta dersin çoğaltılması veya eksiltilmesi, bölümdeki hocaların insiyatifindedir. Yani o dersi verebilecek hoca yoksa ders kaldırılıyor. Onun yerine o dersi verebilecek genç araştırma görevlilerinin yetiştirilmesi gerekiyor. Sanatı yok ettiğini zanneden zihniyet, aslında ülkenin geleceğini yok ettiğinin farkında mı acaba?