Hasan Pekmezci
1945 Konya-Beyşehir-Üzümlü doğumlu Hasan Pekmezci’nin resim alanına olan ilgisi ve sevgisi İlkokuldan hemen sonra eğitim görmeye başladığı altı yıllık, yatılı İvriz Öğretmen Okulu’nda, nitelikli resim öğretmenlerinin yönlendirmeleri ile gelişti. Ardından resim sınavıyla kabul edildiği İstanbul Çapa Öğretmen Okulu Resim Semineri’ni 1965 yılında birincilikle bitirdi ve Urfa’nın Siverek İlçesinde öğretmen olarak göreve başladı. Aynı yıl Gazi Eğitim Enstitüsü Resim Bölümü’nü kazandı. Enstitüden, sanatın insan yaşamını sarmalayan en üst düzeyde insanî etkinlik olduğunu özümleyerek mezun oldu; Öğretmenliğin önemine ve kutsallığına inanarak bu mesleğe tutku ile bağlandı. Arifiye Öğretmen Okulu, Çankırı Ortaokulu öğretmenliği görevlerinde bulundu. Sanatçının yapıtları ilk kez 1969 yılında Devlet Resim Heykel sergisine seçildi. 1971 yılında ilk kişisel sergisini Ankara Devlet Güzel Sanatlar Galerisi’nde düzenledi. 1978 yılında yetiştiği ve ideali olan Gazi Eğitim Enstitüsü Resim Bölümü’ne Öğretmenler Kurulu kararı ile, öğretmen olarak davet edildi. Bu kurumda Serigrafi atölyesini kurdu. 1987 yılında Hacettepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Resim Bölümü Öğretim Üyeliğine, baskı resim atölyelerini kurmak ve bu dersleri vermek üzere atandı. 1989 yılında Uluslararası Şili Bienali’ne seçildi. 1991 yılında 7370 eserin katıldığı Osaka Trienali’nde uluslararası jüri tarafından sergilenmeye değer görülen 150 sanatçıdan biri olarak bu sergide Türkiye’yi temsil eden tek Türk sanatçısı oldu. 1987’de Doçent, 1995 yılında profesör olduğunda alanında bir çok önemli ödülün sahibiydi. Hasan Pekmezci; yağlıboya, özgün baskı ve gravürlerden oluşan eserleri ile bugüne kadar, yurt içinde ve yurt dışında, 55 kişisel sergi açtı ve yüzlerce karma ve grup sergisinde yer aldı. Adına kurulan gezi grubu ile yıllardır dünyanın çeşitli ülkelerinde 300’den fazla müze ve sanat merkezini inceleme fırsatı buldu. Bu grupla pek çok sanat öğrencisinin, sanatçının, sanat meraklısının uluslararası müzelerle, ustaların eserleriyle tanışmasına fırsat yarattı. Hasan Pekmezci, 1962 yılından beri arkadaşı olan eğitimci-ressam Şükran Pekmezci ile evli. İki kız babası ve üç torun sahibi.
İvriz Öğretmen Okulu, Çapa Resim Semineri ve Gazi’ye kadar uzanan sanat yaşamınız anlatır mısınız?
1957-58 ilkokuldan sonra, kazandığım altı yıllık İvriz İlköğretmen Okulu’nda ilk günlerden itibaren başta resim olmak üzere, tüm sanat dallarına önem veren eğitim atmosferi içinde resime ilgi duymaya başladım. Bu okulların bir başka özelliği, saydığımız alanlarda sivrilen öğrencileri koruma, kollama ve yönlendirme çabalarıdır. Mesela ben matematik alanında pek başarılı değildim. Ama buna rağmen resim alanında gerilememi istemedikleri için beni de aynı şekilde kollamışlardır. Bu okulların bir başka özelliği de, orta kısımda resim-müzik ile başlayıp, öğrencileri seçerek sınavla İstanbul Çapa Öğretmen Okulu bünyesindeki resim ve müzik seminerlerine göndermekti. 1962’de Çapa’ya girdim. Orada resim ağırlıklı bir program içinde yetkin sanatçı ve eğitimcilerin öğrencisi olma fırsatını buldum. Örneğin; İlhami Demirci, Selahattin Taran, Hidayet Gülen gibi ressam eğitimcilerin öğrencisi olma şansını buldum. Çapa’dan mezun olunca, 1965 yılında Urfa Siverek’de ilkokul öğretmenliğine atandı. Eşim Şükran Atay Pekmezci ile de sınıf arkadaşıydık. Üç ay sonra Gazi Eğitim’in sınavlarına girdim ve kazandım. O zamanlar Ankara’nın güzel sanatlar alanında tek eğitim kurumu Gazi Eğitim’di. Bu kurum bizim tek eğitim seçeneğimizdi. Adnan Turani, Mürşide İçmeli, Nevide Gökaydın, Nevzat Akoral, Mustafa Tömekçe, Turan Erol, Burhan Alkar, Kayıhan Keskinok, Muammer Bakır gibi ünlü eğitimcilerinin öğrencisi olduk. Gazi’de tüm dersler 1. sınıfta ortakdı. 2. sınıfta Adnan Turani’nin atölyesini ve resimi seçtim. Adnan Turani’den öğrendiğim temel ilkelerden biri, “resim; sadece resim yapmak değildir.” Bunun düşünsel ve teorik boyutunun çok önemli olduğunu ve sanatın kesinlikle bir felsefeye dayanması gerektiğini öğrendik. Gazi’de ben sanatın günübirlik bir keyif işi alan olmadığını, yaşamın temel dayanakları ve vazgeçilmezleri olması gerektiğini kavradım. Zaten 50 yıldır aralıksız sanatın içinde bulunmamın kaynağı da bu bilinçtir. Mezun olduktan sonra, Türkiye’nin en önemli öğretmen okullarından biri olan Sakarya Arifiye Öğretmen Okulu resim öğretmenliğine atandım. Bu okullar daha önce yetiştiğim İvriz Öğretmen Okulu’nun her yönüyle benzeriydi. Köy Enstitüleri’nin kendine özgü iç geleneği, az da olsa devam ediyordu. Burada 7 yıl başarılı çalışmalar yaptım ve 1970’te evlendim. Bu tarihten bugüne kadar sürdürdüğümüz sanat yaşamımız da başlamış oldu. 1975’te zorunlu bir atamayla, Çankırı Ortaokulu’na gönderildik. 1978’in başında Gazi Eğitim Enstitüsü’nden davet aldım. Bu tarihten itibaren de, yetiştiğim okul olan Gazi Eğitim’de öğretmenlik görevim başladı. Gazi Eğitim’de üniversiteleşme hareketleri içinde tüm öğretim elemanları ile akademik çalışmalar başlattık. Baskı resim atölyelerini kurdum, 1980’den itibaren serigrafi derslerini okutmaya başladım.
Hacettepe’deki eğitimcilik süreciniz nasıl başladı?
1986’dan itibaren Hacettepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Resim Bölümü’nde özgün baskı atölyesini kurmaya başladım. 1987’de kadrolu olarak Hacettepe’ye geçtim. Burada bütün baskı tekniklerini; gravür, serigrafi, litografi, ağaç baskı gibi alanların tümünü kapsayan baskı resim atölyelerini kurdum. 2012’ye kadar bu kurumda bölüm başkanlığı, senato üyeliği, Güzel Sanatlar Enstitüsü müdürlüğü görevlerinde bulundum ve 2012’de yaş sınırı nedeniyle emekli oldum.
Sanat ve yaşam felsefeniz nedir?
Adnan Turani, Kayıhan Keskinok gibi öğretmenlerimizden “yaşam felsefesi olmayanın, sanat felsefesi de olmayacağı” alt düşüncelerini kazandık. Bunu pekiştirmek ve geliştirmek için elimizden geldiği kadar, sanat alanının bütün ayrıcalıklarını ve bunun yaşama transferini gerçekleştirmeye çalıştım. Bu kapsamda “yazmak ve çizmek özdeştir” inancıyla konferanslar, makaleler, kitaplar gibi teorik alanları ve sanat eyleminin sürekliliğini aksatmadan sürdürmeye çalıştım.
Resimlerinizi soyut figüratif, lekeci ve tematik olarak tanımlıyor musunuz?
Evet, resimlerimde tema benim için çok önemli. Ama resim değerlerini temaya kurban etmemek ilkesi de çok önemli. Sanatta içeriğe çok önem verenlerdenim. Sanatın yaşamla bağlantısını, hayatı anlama ve algılama birikimini önemseyenlerdenim. Bu nedenle, kendi yaşamımdan, toplumsal yaşamdan, şairlerin şiirlerinden yola çıkarak resim çalışmalarımı sürdürme çabası içindeyim. Bunlar benim için birer resimsel uyarandır. Bugün de aynı düşüncelerle yaşadığım atmosferden kendimi soyutlamadan, sanat eylemi içinde olmayı savunanlardanım. Örneğin; “Merdiven” resimlerimin dayanağı, yaşıma paralel olarak çok içten duyumsadığım Ahmet Haşim’in “Merdiven” şiiridir. Ceyhun Atuf Kansu, Behçet Necatigil, Nazım Hikmet gibi şairlerin şiirlerinden de yoğun olarak etkilendiğimi belirtmek isterim. Bu tematik konuları işlerken, resmin temel disiplinlerinden kendine özgü anlatım yollarımdan taviz vermeden gerçekleştirmeye çalışıyorum. Bu, yaşıma ve yaşama bağlı olarak “Ey Zaman” temalı çalışmalarımı günümüzde de devam ettiriyorum.
Sanat eleştirmenlerinin hakkınızda kaleme aldığı kritik yazılarını hiçbir kataloğunuzda yer almıyor. Neden?
Bu tür değerlendirmelerin çok subjektij olduğuna, bunları okuyanların resimlerimi bu ön bilgilerle anlama ve algılamalarına neden olduğuna inanıyorum. Bu değerlendirmeleri okuyanların resimlerimi koşullandırma ile izleyerek anlamalarını istemiyorum.
Sanat eğitiminin önemine, kutsallığına inanan ve sevilen bir eğitimcisiniz. Türkiye’de eğitimin değişkenliği ile ilgili düşünceleriniz? Yetkiniz olsa neleri değiştirirdiniz?
Türkiye’de eğitim, yetişkinlerin kendi kafalarına göre planladıkları dizgelere göre yapılır. Böylece çoğu zaman gençlerin, çocukların gelişim çizgisi ile psikolojik ve biyolojik ilişkileri ile yeterli bağ kurulmaz. Benim yetkim olsa, bütün eğitim kurumlarında sabah saat 09.00’dan önce eğitime başlatmam. Özellikle temel eğitim okullarında bilgi derslerini sabah saat 09.00-12.00 arasında verip, bütün öğleden sonraları da insani değerler eğitimi sayabileceğimiz; tiyatro, bale, resim, heykel, drama, müzik, spor aktiviteleri, satranç gibi alanlarda özgürce bir seçim ve oyun atmosferi içinde ilgi duyup, yaşamalarını sağlardım. Hiçbir şekilde not denen maddi, manevi kıskacın içine öğrencileri sokmazdım. Benim eğitimcilik ilkem içinde resim, müzik ve beden eğitimi derslerinde öğrenciyi notla değerlendirmek ve korkutmak gibi bir psiko-patolojik anlayış söz konusu olmamıştır. Bu dersler hiçbir şekilde notla ölçülemez. Öğretmenliğim boyunca bütün öğrencilere daha ders yılının başında geçerli not verirdim. Öğrencilerin not kavramına esir olmaması gerektiğini, önemli olanın onun kendi kapasitesi doğruluğunda, ne kazanıp, ne kazanmaması gerektiğini savunurdum. Ve bence insani değerler eğitimi, sayısal kazanımlardan çok daha önemlidir.
Sanat eserlerindeki taklit, kopya ve fikir hırsızlığının gün geçtikçe arttığı şu dönemde bilirkişi ve ekspertiz olarak fikirleriniz?
Günümüz sanatında çok tartışılan konulardan biri de budur. Burada iki eğilim söz konusu, biri böyle etkileşimler doğaldır. Van Gogh’dan Picasso’ya kadar pek çok sanatçıda benzer etkileşimler görülür. Sanat bir özgürlük alanıdır. Bu nedenle her türlü yaklaşımı, tekniği, konuyu benzer birbirine yakın anlatımlarla ortaya koymak mümkün. İkinci bir eğilim; sanat özgür ve aynı zamanda özgün olması gereken bir alandır. Etkileşimlerden ve benzerliklerden kaçınması ve aktarmalardan uzak durulması gereken bir alandır. Sanat alanı ister iki, ister üç boyutlu olsun, sanatçının mahremiyetidir. Bunlara karşı benim kendi düşüncem, amatör ve hevesli çalışmalarda bu tür etkileşiimleri hoşgörü ile karşılarım. Nedeni ise şu; Türkiye sanatla ilgilenenler konusunda en kısır ülkelerden biri. Örneğin sadece Paris’te yüzbin resim ile uğraşan olduğu söylenir. Biz de bütün ressam derneklerinin üyelerini topladığımızda bile ikibini geçmiyor. Üye olmayanları saymazsak ve galerilerde sergi açanlar belli, toplasan beşbini geçmez. Seksenbeş milyonluk bir ülke için komik bir rakam. Bu nedenle belli oranlarda hoşgörülü olmak zorundayız. Ama iş profesyonel anlamda olduğu zaman, aynı toleransın gösterilmemesinden yanayım. Bu bağlamda, bilirkişilik yaparken, benim ölçülerimden biri profesyonel anlamda aktarmacılık ve kopyacılık konusunda mümkün olduğu kadar taviz vermemek.
Adınıza kurulan gezi grubu ile yıllardır otuz küsur ülkede, üçyüzden fazla müze ve sanat merkezini inceleme olanağı buldunuz?
1993 yılında Avrupa Sanat Okulları buluşması vardı, Hollanda/Mastricht kentinde. Hacettepe Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi olarak katıldığımız çok kapsamlı bir sanat etkinliği. 45 kişilik öğrenci, genç akademisyen ve hocalardan oluşan grubumuzun kafile sorumluluğu dekanlığımızca bana verilmişti. Çok başarılı geçen etkinlik sonrası Mastricht, Köln, Brüksel, Lüxemburg kentlerini ve müzeleri kapsayan sanat gezileri de düzenledik. Kafilede yer alan öğrencilerimizin buradalarda gördüklerinin etkilerinin daha sonraki dönemlerdeki başarılarına yansıdığını gözlemledim. Çoğu ilk kez yurt dışına çıkan gençlerimizin ufukları açılmış, kendilerine güvenleri ve alanlarına ilgileri artmıştı. Bu deneyimle öğrencilerin ağırlıkta olduğu, Hacettepe öğrencilerinin yanında zaman içinde Andolu’daki üniversitelerden öğrencilerin, asistanların da katıldığı geziler düzenlemeye başladım. Bu geziler o kadar ilgi gördü ki sanat alanından amatör, profesyonel pek çok insanın yanında, başka alanlardan olup sanata ilgi duyan çok geniş bir gezi grubuna dönüştü. Eski öğrencilerimin ve arkadaşlarımın vefası ve ilgisi ile Hasan Pekmezci Gezi Grubu oluşturuldu. Başından itibaren gidilen her ülkede, her kentte sanat müzeleri ve sanat merkezlerinin çok ucuz fiyatlarla gezilip, görülmesini temel ilke sayan bir yol izledik. Hiçbir gezimiz ”lay lay lom” alışveriş gezisi olmadı. Her dakikası hesaplanmış, programlanmış bilinçli gezilerdi. Başka bir ilkemiz de bazı gezi grubu üyelerinin, turumuzu düzenleyen değerli insanların destekleriyle her gezide başarılı öğrencilerin ücretsiz geziye katılmasını da sağlamaktı. Bu ilkemizden yıllarca taviz vermeden Avrupa’nın önemli kentlerini, müze ve sanat merkezlerini açıklamalı, rehberli olarak gezme olanağı yarattık. Roma, Napoli, Floransa, Pisa, Siena, Venedik, Milano, Verona: Berlin, Dresden, Köln, Düsseldorf, Postdam, Münih, Hamburg, Bremen, Lubeck, Nürnberg; Brüksel, Brügge, Anvers; Madrid, Barselona, Toledo, Granada, Kordoba, Sevilla, Malaga; Paris; Budapeşte, Estergon; Viyana; Prağ, Bratislava, Moskova, Petersburg, Riga, Tallin, Vilnius; Helsinki; Varşova; Atina, Selanik, Gümülcine, Kavala; Tebriz, Tahran, Kum, Yezd, Kashan, İsfahan, Şiraz, Meşhed; Pekin, Xian, Guilin, Şangay; Kahire, İskenderiye, Asuvan, Fas: Kazablanka, Rabat, Tanca, Fes, Marakes; Küba- Havana.Bu gezilerimizi özveri ile realize eden değerli tur sorumlusu Aslı-Abidin Demir ailesinin, rehberimiz Murat Özsoy’un çabalarıyla 500’den fazla öğrenci ve çok sayıda sanatçı ve sanat meraklısı ile Louvre, Rodin, Hermitaj, Prado, Vatikan, Berlin Müzeler Adası, Bergamon, Dali Müzesi, Picasso, Miro Müzeleri, Albertina, Albertinum, Macba, Puşkin, Pekin, Kuban Art müzeleri yanında her kentin birkaç müzesi mutlaka gezilmiştir. Hasan Pekmezci Gezi Grubu yurt dışı geziler yanında çok başarılı olarak yurt içinde Doğu ve Göneydoğu, baştan sona Karadeniz, İç Anadolu, Akdeniz Bölgesi gezileri de düzenlemiştir.
ÇAĞSAV Vakfı kurucu ve yönetim kurulu üyesisiniz. Vakıf neden faaliyetlerini durdurdu?
ÇAĞSAV Vakfı, sanata gönül vermiş pek çok insanın ülke sanatına katkı amacıyla kurduğu bir vakıf. Tamamen özveriye dayanan hizmetler içinde çok başarılı sanat fuarları düzenledi, yakın zamana kadar. Bu tür sanat vakıfları ancak güçlü bir holding, güçlü bir sermaye ile ayakta kalabilir. Böyle bir destek yoksa ayrıca devletin de herhangi bir desteği sözkonusu değilse kaçınılmaz olarak hareket kabiliyeti en aza iner. Toplumsal desteksizliğin, başka alanlara kayan devlet politikalarının getirdiği bütün zorluklara rağmen ÇAĞSAV müzik CD’leri, Sanattan Yansımalar portali ile sanata destek çalışmalarına devam etmektedir.
“Eşi insanın nefesidir” başlıklı bir yazınız var. Eşiniz ressam Şükran Pekmezci ile birbirinizin sanat hayatını nasıl etkiliyorsunuz?
Türkiye’de kadın sanatçı olmak pek çok yönden zorluklar, engeller taşır. Bunların başında kadına biçilen görev ve sorumluluklardır. Kadın ”anadır”, kadından ”evinin kadını” olması istenir ve beklenir. Burada yoğun bir mahalle baskısı sözkonusudur. Biz aile olarak çocuklarımızı, aile büyüklerimizi, yakın uzak çevremizi bu baskı konusunda ta baştan eğitmeye çalıştık ve büyük oranda başardık. Eşimin 1970’ten bu zamana kadar çalışma ortamı bir gün bile aksatılmadı; boyaları, paleti kurutulmadı; 40’ın üzerinde sergi açtı.
Eşlerin aynı sanat dalında çalışmasının birbirini anlama, sorunları birlikte karşılama, birbirine destek olma, sergilerde, yurt içi ve yurt dışı gezilerde aynı duyguları, hazzı, bilgi ve görgüyü paylaşma yönünden çok önemli etkileri ve kazanımları olduğuna inanan bir aileyiz. Bu paylaşımı 50 yıldır birlikte sağlıkla devam ettiriyoruz. Elbette aile içinde geleneksel aile yaşamının getirdiği yükleri sadece kadına yönlendirrmek, her şeyi ondan beklemek yanlışlığına düşmedik. Çocuklarımızla ev hizmetlerini paylaşmada daima elimizden gelen dikkati gösterdik. Böylece eşime çalışma, okuma, araştırma kendini, eserlerini ortaya koyma fırsatı yarattık. Bizim bu konuda değişmez bir bakış açımız var: ”Bir ailede aile bireylerinden birinin yazarak, çizerek, boyayarak, yontarak ya da değişik sanat dalları yoluyla aileye kazandıracağı onuru bütün aile bireylerinin gururla, hazla paylaşmasıdır.” Kuşkusuz bu ilke hangi alanda olursa olsun; aile bireylerinin tümünü saran, sarmalayan bir etik değer olmalıdır, inancındayız..
Yayınlanan ve yayına hazırlanan kitaplarınızdan kısaca söz edermisiniz?
Resim, baskıresim gibi alanımız içinde olan sanatsal çalışmalarla yoğun olarak ilgilenmenin yanında yazılarım, kitaplarım, konferanslarım, uygulamalı çalışmalarım (Workshop) bugüne kadar aksamadan devam etti. Yazının en az resim yapmak kadar önemli olduğuna inananlardanım. Bu nedenle çok sayıda makalem, bildirim yayınlandı. Yayına hazır, önemli kısımları yazılmış kitap tasarımlarım var. Ama kitap okuma ve kitaba ilgi konusunda toplumdaki ilgi kaybı ve kayıtsızlık insanın moralini bozuyor. Evimizdeki fazla kitaplarımızı verecek, kabul edecek yer bulamıyoruz, çoğu insan bunu yaşıyor.
1980’li yıllarda bütün Türkiye’de okutulan Türkçe kitaplarının resimlemelerini biz yapmıştık. Kitap kavramının hazzı içinde. 1993’te yayınladığım ”Serigrafi-İpekbaskı” ve 1999’da yayınlanan ”Desen” ders kitaplarım alanın ilkleri sayılmaktadır. Bize göre çok önemli bir sanat tutkunu olan kadın ressamlarımızdan Sühendan Fırat”ın sanat yaşamını anlatan biyografik kitabımızı, Halkbank Sanat koleksiyonundan seçmelerin yer aldığı koleksiyon kitabımızı da belirtmeliyim.
Yazma eylemi salt alanımızla sınırlı olmamalı diyenlerdenim. Herkes anı, öykü, şiir yazmalıdır. Şairim, diye yazılmaz şiir. Sözcüklerle oluşturulan yeni bir dizge yaratmakla, renklerle, biçimlerle, çizgillerle yeni bir dizge yaratmak bana göre aynı süreçleri yaşamaktır. Anı yazmak bireysel bellek demektir. Bu çaba genişleyerek aile belleğine ve ardından toplumsal belleğe dönüşür. Her birey anılarını yazmalıdır. Bir düşünün; bugün yazılan günlüklerin, güncel anıların 20 yıl sonra okunduğunda yaşanacak duygu dünyasını. Bu nedenle her gün aksatmamaya çalışarak günlük yazarım. Anıılarımı, öykülerimi de.
Bir başka çalışmam da görsel günlüklerimdir, bunu pek kimse bilmez. Toplumsal yaşamdan siyasal, sosyal olarak yaşananları, etkileri günü gününe görsel anılar olarak resimle ifadeye çalışırım. Böyle yapılmış yüzlerce çalışmam var. Okuduğum bir şiiri, gördüğüm bir olayı, izlediğim tiyatroyu çizerek, boyayarak anlatmak ayrı bir çaba benim için.
Şule ÖZBAHAR
sule@suleozbahar.com