Çoban Ressam (Süleyman Şahin)
1949’da Sivrihisar’ın Günyüzü Kasabası Beyyayla Köyü’nde doğdu. İlkokul dördüncü sınıfta, ailenin ekonomik koşullarından dolayı ayrılarak, çobanlık yapmaya başladı. Sonrasında inşaat boyacılığı yaptı. Daha sonra fırçayı bilmediği için parmaklarını kullanarak yağlı boya resimler yapmaya başladı. On bir yaşında Ankara’ya geldi. 1968’de TÜRKİŞ Genel Merkezi’nde ilk kişisel sergisini açtı. Sokak sergileri açtı. 1972’de askerlik sonrası Bursa’ya yerleşti. İnşaat boyacılığı ve resmi bir arada götürdü ve sergilere devam etti. 1983-1987 Paris’e aralıklarla gidip gelmeye başladı. Orada da portreler, suluboyalar ve yağlı boyalar çalıştı. Montmartre’deki sanat etkinliklerinden etkilenip, aynısını Türkiye’ye getirmeyi planladı ve Bursa’da gerçekleştirdi. Tophane Ressamlar Sokağı adı altında yirmi iki yıl aktif çalıştıktan sonra Ankara’ya tekrar döndü. Ankara’da, ardından Kayseri ve Mudanya’da da ressamlar sokağını kurdu. 2006’da Kayseri’de Dünya Ressamlar Günü’nü başlattı. 2014’de de UNESCO’dan talep etti. Çok sayıda etkinlik ve karma sergiye katıldı. Yurt içi ve dışında 107 kişisel sergi açtı. Halen çalışmalarına Ankara’da devam etmektedir.
Resme ilk dokunuşlarınız?
İlkokulda resim derslerim çok iyiydi. İlk resmim, o zamanın 2,5 kâğıt parasını birebir boyutta önlü arkalı realist bir şekilde yapmaktı. Kasabamızdaki bakkal Osman’a bu resmimi gerçek para gibi verdim. Karşılığında leblebi, şeker ve keçiboynuzu aldım. Birkaç gün sonra bakkal Osman babamı görüyor ve beni şikâyet edip, verdiği şeylerin parasını babamdan alıyor. O zaman babamdan yediğim dayağı hiç unutmam. Kırlarda tek başıma desenler çizerdim. Hatta adım “Deli Süleyman’a” çıktı. Her zaman karşı dağın arkasını merak ederdim. Sabah erkenden çıkardım, dağın ortasına kadar geldiğimde akşam olur ve geri dönerdim. 1990 yılında araba aldığımda ilk işim o dağın (Arayit ve Kocadağ) arkasını görmek oldu.
İlkokul dördüncü sınıfı oldukça trajik bir durumdan dolayı bıraktınız sanırım?
Karşı köyün okulunun öğrencileri bizim okula misafir olarak geldi. Öğle yemeği için herkese birer, ikişer çocuk dağıtıldı. Ailem fakir diye bana çocuk vermediler. Bütün dünyam yıkılmıştı. Ertesi gün okulda öğretmenime kızarak “Ben okulu terk ediyorum ve bir daha gelmeyeceğim” dedim ve Polatlı’ya çalışmaya gittim. Bir handa yardımcı olarak çalışmaya başladım. Kısa bir zaman sonra tekrar köye geldim. Sonra bizim köyden beni çoban olarak Ankara Balgat’a getirdiler. Orada da bir süre çobanlık yapıp sonrasında inşaat boyacılığına geçtim. Renkleri, toz boyaları tanıdım. Boyacı ustamdan aldığım birkaç toz boyayla, beş ay sonra köye döndüm. Anneme evimizi rengârenk boyamak istediğimi söyledim, fakat karşı çıktı. Sonra ısrarlarıma dayanamayıp “Git halandan merdiveni al gel” dedi. Ben sevinçle merdiveni alıp döndüğümde, tüm boyalarımı evimizin arkasındaki akarsuya dökmüştü bile. İkinci kez büyük bir hayal kırıklılığına uğradım. Saatlerce o akarsuyun başında ağladım. Bir yandan da suya dökülen boya karışımlarını izliyordum. Sonra bende evde ne kadar bakliyat ve erişte varsa sokağa döktüm. Ardından Ankara’ya geri döndüm.
“Çoban Ressam” lakabı nasıl oluştu?
Ankara’da resimlerimi satabilmek için bir dergiye gittim. Ulus’ta Başkent Dergisi, sahibinin ismi de Tahsin idi. Kendi reklamımı yapmak istediğimi söyledim. Hikâyemi dinledi ve “Yahu senin bu işin tam anlamıyla bir haber” dedi. Benim yanımda Hürriyet, Milliyet, Günaydın gibi büyük gazeteleri aradı ve benim için randevular aldı. Gazetecilere hikâyemi anlattım. Bir, iki gün sonra ajanslarda dahil olmak üzere baş sayfalarda büyük haberlerim çıktı. “Çobanlıktan Ressamlığa” diye. Yani aslında bana bu ismi basın koydu. 1972’de İsmet İnönü Cumhurbaşkanı iken ilk sergime teşrif etti. Çünkü eşi Mevhibe Hanım benim nasıl biri olduğumu merak etmiş. Büyük haber oldu. Sonrasında bütün bankalar, Cumhurbaşkanlığı ve Başbakanlık resimlerimi kapıştılar. Her yıl geleneksel bir şekilde TÜRK-İŞ Genel Merkezi’nde kişisel sergiler açmaya devam ettim. Bu arada basında “Çoban Ressam” olarak bütün faaliyetlerim haber olarak çıkmaya devam ediyordu. Sonra Ankara’dan Bursa’ya göç ettim. Ardından TRT’den yazar Mehmet İsa Karaca ile tanıştık. Senelerce tüm haberlerimi diğer basın ajansları da dahil olmak üzere o yaptı. “Anadolu Türk Tarihinde İlk Çoban Ressam” diye hakkımda yüzlerce yazılar yazdı. Her sergimde yaşam biçimimi ve çalışmalarımı diziler şeklinde ele aldı. İlk kişisel sergimin tarihini de onunla beraber aldım. Çobanlığı bıraktım, ama “Çoban Ressam” olarak hayatıma devam ettim. Geçmişimle her zaman gurur duydum.
“Çoban Ressam” adıyla çok sayıda taklitleriniz var. Bu konuda neler söyleyebilirsiniz?
İyi ki de varlar. Onlar da devam etsin. Ben kendimi yıllarca yetiştirmeye çalıştım, halen de devam ediyorum. Hepsini seviyorum. Ama orijinal bir tanedir. Reklamımı yaptıkları için de onlara çok teşekkür ediyorum.
1983-1987 arası Paris’e gidiş gelişlerinizin bir değerlendirmesini yapar mısınız?
Bursa’da sokaklarda resim yaparken, bir yandan da Dünya resim sanatının önde gelen ressamlarının hayat hikâyelerini okuyordum. En çok etkisinde kaldığım sanatçıların başında Van Gogh, Rembrandt, Sisley, Gogen vs. idi. Eserlerini yakından izlemek için Paris’e gitmek istedim. Her şeyimi hazırladım ve yola koyuldum. Fakat bir ay kalabildim. Çünkü orada yaşamak için fazla cesaretim ve donanımım yoktu. İki, üç ay sonra tekrar gittim. Beş, altı ay orada kaldım. Bu süre zarfında nasıl para kazanacağımı araştırdım. Sokaklarda resim yapıp, satarak hayatımı devam ettirdim. Sen Nehri kıyısında sulu boya ve yağlı boya, Louvre Müzesi’nin kenarında portreler çalışıyordum. Bu arada eşime ve çocuklarıma para yolluyordum. Burada yaşadığım kültürel faaliyetlerin kendi ülkemde de olmasını istedim ve Bursa’ya geri döndüm. Yine sokaklarda resim yaparken belli sanatçı arkadaşlarla tanıştım. Birçoğunun başka meslekleri vardı. Kozahan’da çalışmaya başladık. Bir iş adamı (Ali Osman Sönmez) bize ressamlar sokağı tahsis etti. Resmi olarak belediye bize bando takımıyla açılış yaptı. O dönemin Belediye Başkanı Ekrem Barışık’tan büyük destekler aldık. Her gün o sokakta haberlerimiz yapılmaya başladı ama yine yazları Paris’e gitmeye devam ettim. Sonra tekrar Ankara’ya göç ettim. Bürokratlarla diyaloglarım çok iyiydi. Hatta bir süre Muhafız Alayı’nda Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın zamanında resimler yaptım. Cumhurbaşkanlığı Koleksiyonu’nda büyük resimlerim bulunmaktadır. Bankalarda, kamu kuruluşlarında, Türkiye’nin büyük holdinglerinde binlerce resimlerim var. Eskiden sanata ve sanatçıya destek çok daha üst düzeydeydi.
Türkiye’de ilk kez “Ressamlar Sokağı” fikrini hayata geçirdiniz. Otuz üç sene sonunda gelinen nokta nedir?
Öncelikle bu tür sanatsal faaliyetlerin devam edebilmesi, yani Ressamlar Sokağı’nın yaşayabilmesi için toplumun belli bir kültür düzeyine gelmesi gerekiyor. Ben bunu otuz üç yıl sonra anladım. Sadece kuru kuru seyretmek değil, oradaki ressamlardan tablolar alınması lazım. Paris’te bile Montmartre’nin yani Ressamlar Sokağı’nın bilinmesi için altmış yıl geçmiş. Biz maalesef Türkiye’de hiçbir yerden destek alamadık.
Kendinizi empresyonist bir ressam olarak tanımlayabilir misiniz?
Evet. Ben bir izlenimciyim. Yani empresyonistim. Hayatım; doğayı izlemek, incelemek ve çalışmakla geçti. Tabi ki önceleri naif resimlerim oldu. Fakat kendimi geliştirdikçe tarzımda da yenilikler oldu. Puantilist dönemlerimde oldu, ekspresyonist ve sürrealist dönemlerimde oldu. Ruh halim çok yönlü ve değişken olduğu için tek bir ekole bağlı kalamıyorum. Ama çoğunlukla empresyonistim diyebilirim.
Bir de “27 Şubat Dünya Ressamlar Günü” nü Türkiye’ye kabul ettirdiniz. Şu sıralar çalışmalarınız hangi aşamada?
“Dünyada her şeyin bir günü var, ama neden bizim bir günümüz yok?” dedim. Bunu büyük bir haksızlık olarak gördüm. Milyonlarca insan müzelere gidiyor. Dünya, ressamlar sayesinde yüzyıllarca inanılmaz paralar kazandı. Yaşarken aç ölmüşler. İşte bu ressamların bir günü olmalıydı. 27 Şubat’ta tesadüf olarak Kayseri’de tarihi bir dokunun yanında emniyetten özel izin alarak bir toplantı yapıyorduk. Araştırdık ve o gün pek fazla etkinlik yoktu. UNESCO ile yazışmalarımız devam ediyor. Ama bugün Türkiye ve Azerbaycan’da on senedir Dünya Ressamlar Günü kutlanmaya devam ediyor.
Son olarak resme dair söylemek istedikleriniz?
Resim neredeyse tüm hayatımı kapladı. Bazen çok önemli açılışlara, toplantılara ve etkinliklere dahi gidemiyorum. Ben sanatla ülkenin ve dolayısıyla insanların bütünleşmesini istiyorum. Yaptığım tüm sanatsal faaliyetlerin sonucunda hep bunları düşündüm. Bir ülkede sanat olmazsa, sanatçılar desteklenmezse, o ülke kesinlikle yok olmaya mahkûmdur. Güzel sanatlardan yoksun bir toplumun geleceğe verecek bir mesajı olamaz. Sanatçısına yaşarken sahip çıkmayan ülkeler, öldükten sonra ardından bahsetmeye utansınlar.