Hurufat, Semih Çelenk’in üçüncü şiir kitabı. Etkili ve ironik dili, eklektik ve derin şiirleriyle dikkatleri üzerine çeken bir kitap Hurufat. Semih Çelenk’le son şiir kitabı Hurufat ve yazın hayatı üzerine sohbet ettik.
-İlk kitabınız Redd-i İthal biraz naif, Nacar ile Serkisof daha sorgulayıcı, Hurufat ise daha sitemkâr. Siz nasıl anlatırsınız bu ayrımı?
Redd-i İthal 1996’da yayınlanana kadar şiir dünyasının biraz dışında duruyordum. Bu tarihten itibaren daha çok şiir yayınlamaya başladım. Şiirim de evrildi bu süreçte. Farklı şiirlerle, şairlerle ilişkiye girdi. Hepsinden önemlisi benim farklı yaş dönümlerini de yansıtıyor bu kitaplar. Nacar ile Serkisof 30’lu yaşlardan 40’lara yol alırken yazılmış şiirlerdir. Hurufat ise 40’lı yaşların şiirleri. Belki de bu saptamalarınızın yanıtları bu ayrıntıda gizlidir. Hurufat ve sonrasında yazdığım şiirler daha cüretkar şiirler… Dilimi yeni yeni bulduğumu düşünüyorum. İsyanla omuz omuza bir sitemkarlıktan bahsedilebilir. Bu isyan ve sitem hayatımızı çalan, bizi kandıran, hayatımızı karartan tüm yanılsamalara, baskılara, haramilere, bezirganlara, karamaça beylere, insanın üzerini örten her şeye..
-Şiirlerinizde gitgide artan bir imge yoğunluğu oluşurken biçimsel olarak ikilikler gibi klasik bir forma yöneldiğiniz görülüyor. Bir söyleşinizde bunun amacının müziği taşımaya yardımcı olmak diye tanımlamışsınız.
Evet, ikilikler müziksel, ritmik bir tercih. “Çekimli Şiirler” dediğim altı şiirde kullandığım bu biçim daha sonra üç dört şiirde daha etkisini gösterdi. Şu an ise bu biçimin biraz uzağındayım. Sanıyorum bir arayış ve bir dönemdi. Belki başka bir şiirde, akraba bir müzikal durumda yine kendini gösterebilir bu ikilikler…
-Yoğun imgelerin ardından gelen argo sözler göze çarpıyor. Nacar ile Serkisof’taki “küre-i arzın”dan Hurufat’taki “kuburu boklu alaturka” ya bir tür keskin geçiş var sanki. Bu söyleyeceklerinizin daha sert olacağını mı haber veriyor bizlere?
Bir tür oyunbozanlık da diyebiliriz buna. Ya da Brecht’in murad ettiği türden bir “yabancılaştırma efekti”… Bu küfürler ya da oyunbozan sözcükler, şiirin romantiğini, müziğini, imgesini bozan yabancılaştırma efektleri. Öyle pürüzsüz, steril bir dünyada yaşamıyoruz sonuçta. Yani şiirin yoğun, imgesel, sözcüklerden kurulu büyülü dünyası gerçeğin bokuna, çamuruna bulaşıyor. Aynı zamanda oyun yazarı da olan şairimizin karşı kahramanı, kötü karakteri sahneye sokması bu. Şiirin Göksel Arsoy, Filiz Akın, Hulusi Kentmen sterilliğine karşı bir Erol Taş, Tecavüzcü Coşkun ve Lale Belkısgerçekçi müdahalesi.
-Kitap adları, şiirlerden bazı bölümler eski Türkçe’ye uzanırken oldukça güncel konuları işliyorsunuz şiirlerinizde. Bir yandan tarihi vurgularken öte yandan tarihin süzgecinden geçirdiklerinizi mi aktarıyorsunuz moderniteye?
Eski sözcükleri mücevher gibi görüyorum. Diğer konuya gelince, şairin hemhal olduğu durumlar, yaşam biçimi, okuduğu, izlediği herşey şiirinin içine sezdirmeden sızıyor. Şöyle ki, ben oyun yazarken de şiir yazarken de hep kadim bir ozan kimliğinde görüyorum kendimi. Hikayeci. Anlatıcı. Destancı. Ben kıssahan’ım, kıssacı’yım, meselci’yim. Şiirde bunu imgeyle, imgelerle örülü bir dünyayla müzikal ve ritmik olarak yapıyorsun, oyunda ise karakterle ve mekanla, yarattığın yaşam alanıyla. Şiir de oyun da bugün, burada, şu an karşındaki insan içindir. Ona bir yalan, bir palavra uydurursun. Varoluş sıkıntısının bir sonucu ve sorgulanışıdır sanat ve edebiyat…
-“Şairlerin kulaklarına Tanrı fısıldar”mış… Sizin için de geçerli mi bu söz yoksa hayatınızda ne varsa şiirinizde de o mu var?
Evet, zaman zaman benim de kulağımda bir fısıltı, bir mousa’nın kanat çırpışını duyduğum olur. Ama gündelik gerçek, fani dünya bizi yere çeker. Shakespeare ustamızın dediği gibi insan hem evrenin gözbebeği hem de özü toz bir yaratıktır. Bütün derdimiz de bu şizofrenik durumdur zaten. Aklımızla bedensel varlığımız arasındaki bu uçurum, bu şizofrenik hal sanat denen yaratıcılığımızın da kaynağıdır. Manitu’ya şükürler olsun bizi bu şizofrenik koridorda yarattığı için.
-Çekimli Şiirler’i (Kimdim ben?, Kimsin sen?, Kimdi o?, Kimdik biz?, Kimdiniz siz?, Kimdi onlar?) okuduğumda kimliğimize dair çok düşündüğünüzü hissettim. Kimlik meselesi hem kişisel hem de toplumsal anlamda üzerinde çok kafa yorduğunuz bir durum mu?
Bu şiirlerin ilk üçü, tekil şahıslar yani, Nacar ile Serkisof’ta yayınlanmıştı. Daha sonra biz, siz, onlar’ı yazınca altısını bir arada yayınlamak gerektiğini düşündüm. Evet, kimliğe ilişkin bir durum tesbiti bu şiirler. Ben, karşımdaki ve hep hayatımızdaki üçüncü şahıs… Kim bunlar? Dertleri ne? Sonra biz, siz ve onlar. Biz deyince bizim olumlu tarihimiz. Siz deyince hep bu olumlu tarihimizin içine eden haramiler, karamaça beyler ve onların yazdığı kötü tarih. Onlar ise, buradaki hesaplaşmada yabancı olan ve sömürmeye, kullanmaya gelen yabancı. Bu şiirde “Onlar” kulu kölesi olduğumuz, aynı zamanda kaderimiz gibi algıladığımız batı. Hem efendimiz hem celladımız. Kimlik şiirleri de diyebiliriz bunlara. Kimlik sorgulamaları.
– Kimi zaman yazmak korkutabiliyor, üzebiliyor? Örneğin; Hrant Dink için “delik bir çift pabuç/öylece yatar yerde /candan tenden yükü / kanatılmış çok”, ya da “o çocuklara nasıl davranmalıyız?” adlı şiirinizde yahut “sen, ben, bir de ölü ozanlar”da Uğur Kaynar’ı, Metin Altıok’u, Behçet Aysan’ı anarken neler hissettiniz?
Haksız ölümler karşısında duyulan öfke şiirin kabzasına götürüyor elinizi. Makine başına. Kimse acılarla, ölümlerle tetiklenen bir şiir yazmak istemez ama bu haksız cinayetlere karşı biz şairler, yazarlar, sanatçılar da haklı cinayetler işlemek zorunda kalıyoruz. Şiir haklı cinayetler işleyerek hayatımıza kasteden katilleri tepeleme işidir. Hem de sonsuza kadar.
-‘Deniz’le Röportaj’, ‘Tavşan ile Sincap Masalı’nda görülen ‘iyilik arayışı’, Mango Torbalı Kadınlar’da sınıf atlama hevesine kapılmış kadınlara karşı hissedilen bir hüzne dönüşüyor. Hayat karşısındaki duruşunuzu vurgularken, ilk kitabınızda “usulca reddediyorum / bu yırtmaçlı özgürlükler / bu tesettür inanışlar / benim değil /…/ mor karanlıklar içinde / tek saza çiftetelli oynayan ülke / benim değil” diye başlayan siteminiz, Hurufat’ta yer alan ‘Çok Meşgul Adamlar’ da ‘ölüme düşmüş çocuklar / töre kurşunlu kadınlar / madenci cesetleri bir de / hepsi aynı kare içinde’ şeklinde devam ediyor. İyiliği aramaya devam edeceğini belirtse de şair nasıl bu denli öfkeleniyor?
İyilik arayışı kötülüğü yansıtmayı da içeriyor. İyiliği arama ya da koruma mı demeli buna, iyiliği vurgulayarak altını çizme ve bu iyi hayatı kötülüklerden haberdar etme tek bir iştir. İyilik arayışının olduğu şiirlerde kötü hep kendini gösterir, kötülük fırdola çevreyi sarmıştır. İyilikse hep tetiktedir. İyi ile kötü arasındaki çelişki ya da mücadelede iyimser, alaycı bir öfke en güçlü silahtır. İyiyi koruma işi öfkeyi diri tutmayı gerektirir diyebiliriz.
-Somut şeylerin peşinden koşmamızı isteyen, bizi ona yönelten bir hayat akarken nasıl devam eder şair şiir yazmaya? “gece çok karanlık / ve seni arıyorum şiir “diyorsunuz ya ilk kitabınızda, karanlıkta aranılan mı şiir size göre?
Sanıyorum ben bir şeyler buldum bu süre içinde. Arayan belasını da bulurmuş mevlasını da derler ya, ben ikisini birden bulmuş oldum. Hayat bela ile mevla’nın, iyi ile kötünün iç içe olduğu bir macera alanı. Önemli olan iyiliği arama maceramızın yarattığı tarih, gelenek ( ki buna insanlığın devrimci, aydınlık tarihi, geleneği diyebiliriz)İşte bu gelenek, yaşadığımız hayata hakim olmaya başladıkça şiirin murad ettiği o iyi, büyülü, renkli dünyaya daha çok yaklaşabiliriz diye düşünüyorum. Devrim mi dediniz? Evet, bizim bu halin galebe çaldığı anı böyle tanımladığımız da oluyor…
Semih Çelenk; 1965 yılında İzmir’de doğdu. İlk orta öğrenimini İzmir’de tamamladı. 1989 yılında DEÜ Sahne Sanatları Bölümü’nden mezun oldu. 1991’de yüksek lisans ve 1997 yılında doktorasını bitirdi. 2001 yılında Doçent, 2007 yılında Profesör oldu. Halen DEÜ Sahne Sanatları Bölümü’nde Öğretim Üyesi olarak çalışmakta, lisans düzeyinde “Yazarlık”, “Uygulama Dramaturgisi”, ”Dramaturgi Araştırmaları”; lisansüstü düzeyde “Performans Sanatının Tarihi” ve “Tiyatroda Marjinal Biçimler” derslerini vermektedir. 2007-2010 yılları arasında DEÜ GSF dekanlığını yaptı. Şiir, oyun, yazı, inceleme ve çevirileri Şarköy Sanat, Edebiyat-Eleştiri, Gölge Tiyatro, Yeni İnsan, Özgür Gündem, Agon, Tiyatora, Siyah-Beyaz, Evrensel Kültür, Express, Yaratı, Yeni Politika, İkikalas Birheves, Kuvayı Sahne, Wesvese, Şiir Kent, Arka Bahçe, Sınırda, Kirpi Şiir, Cumhuriyet Kitap, Varlık, Hayal, Yasakmeyve gibi dergi ve gazetelerde yayınlandı.
2012 yılında Balıklıova köylüleriyle Balıklıova Köy Tiyatrosu’nu kurdu.
Bugüne değin birçok özgün, çeviri ve uyarlama oyunu sahnelendi. 1993 yılından başlamak üzere bugüne değin 30’u aşkın oyun sahneledi.
2005 yılında Nacar ile Serkisof dosyasıyla İsviçre Hastanesi Şiir Ödülü’nü kazandı. Heccav Yahut Şair Eşref’in Esrarengiz Macerası adlı oyunuyla 2009 yılında Ankara Sanat Kurumu En İyi Oyun, 2010 yılında Asaf Çiyiltepe ve 2012 yılında Karabağlar Belediyesi Mizaha Katkı Onur Ödülü aldı. 2011 yılında sahnelediği Uğur Mumcu’nun “Sakıncasız” adlı oyunuyla Uğur Mumcu Ödülü’ne değer görüldü.
Kitaplaşmış çalışmaları: Sokaktaki Tiyatro (İnceleme 1992), Yüzsüz (Dario Fo’dan çeviri 1994), Ezilenlerin Tiyatrosu (Augusto Boal’den çeviri 1994), Redd-i İthal (Toplu Şiirler 1996), Tiyatro Tarihi (Oscar G.Brocket-ortak çeviri, 2000), Barbarlar Mutludur Çünkü Tiyatroları Yoktur (Tiyatro Yazıları, 2001)İzlanda Oyunları (Vala Thorsdottir’den çeviri 2002), Kalemden Sahneye (İnceleme, 2003), Nacar ile Serkisof (Toplu Şiirler, 2006), Postmodern Zamanlarda Tiyatro (2007), Heccav Yahut Şair Eşref’in Esrarengiz Macerası (Oyun, 2009), Mutluluk Müziği (Kısa Kısa Öykü, Vala Thorsdottir’den çeviri, 2009), Deniz Bugüne Bakıyor (Derleme, 2011), Paradiso’dan Kızılçullu’ya Şirinyer (Semt Tarihi, 2011), Zenabir (Ortaoyunu, 2013).